28 Eylül 2015

Bay Josef

28 Eylül 2015 0
Başına hep şaşılacak işler geliyordu Bay Josef'in.

Bir gün evden çıkarken durmuş, ayakkabılarını çıkarmadan geri dönmüş, mutfağa girmiş ve buzdolabının içine evin anahtarlarını koymuştu. O an yanında biri olsaydı, bunu sinirli bir biçimde yaptığını bile söyleyebilirdi. Neyse ki çok uzun zamandır kimse yoktu Bay Josef'in yanında.

İşten dönerken çilingirciye uğrayan Bay Josef, adamı kolundan tuttuğu gibi kendisiyle birlikte eve sürüklemişti. Bu sefer şaşılacak bir şey olmayacağından emin bir şekilde yanındaki kaba saba adamın işini yapmasını bekleyecekti ki, paspastaki şişliği gördü. Nasıl olduğunu bilmese de, anahtarların paspasın altında olduğu sonucuna vardı Bay Josef. İşin kötüsü, diye düşündü, çilingir de bunu anladı, ama daha da kötüsü, diye devam etti, o da kendisi gibi görmezlikten geldi bunu.

Kafası atmış, keyfi kaçmıştı. Acele et diye bir şeyler mırıldandı çilingire, kendinden utandı, lütfen diye ekledi. Biraz kafa yorsaydı, utanç ile korku arasındaki o garip benzerliği görecekti. Oysa Bay Josef, bu olaydan sonra tam otuz üç yıl yaşamışsa da, asla sahip olduğu kimi duyguların aslında korkunun bir başka biçimi olduğunu kavrayamamıştı.

22 Eylül 2015

Victor Pelevin: Mavi Fener

22 Eylül 2015 1
"Ölü kasabayla ilgili olan hikayeyi duymuş muydunuz?" diye sordu Tolstoy.

Kimse cevap vermedi.

"Pekala öyleyse. Adam iki aylığına bir iş gezisine gider. Döndüğünde, herkesin ölü olduğunu fark eder."

"Nasıl yani, herkes öyle sokaklarda mı yatıyormuş?"

"Hayır." dedi Tolstoy, "Hayır, işe gidiyor, birbirleriyle konuşuyor, kuyruğa giriyorlarmış. Tıpkı önceden olduğu gibi. Ama o hepsinin ölü olduğunu görebiliyormuş."

"Ölü olduklarını nasıl anlamış?"

"Nereden bileyim?" diye cevap verdi Tolstoy. "Ben anlamadım ki, o anladı. Neyse, hiçbir şeyi fark etmemiş gibi davranmaya karar vermiş. Bir karısı varmış, karısını görür görmez, onun da ölü olduğunu anlamış. Onu gerçekten severmiş.

13 Eylül 2015

No Tears for the Dead (2014)

13 Eylül 2015 0
Daha az evvel 2014 yapımı No Tears for the Dead'i (U-neun nam-ja) izledim ve ilk kez -artık adam olayım biraz da diye- bir iki ufak not düşeyim dedim bloga.

Öncelikle, tonla film varken neden tutup da bu filmi izlediğimi açıklayayım. Filmimizin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Jeong-beom Lee bilin bakalım hangi filmin de yönetmen ve senaristiydi? Bilebileceğinizi sanmam, çünkü hepi topu üç filmi var bizimkisinin zaten. İlki 2006 yapımı Cruel Winter Blues (Yeolhyeol-nama), ki bu filmi de şu yazıyı yazarken öğrendim, ama muhtemelen unutmazsam uygun bir zamanda onu da izleyeceğim.

Sorunun cevabı olan filmi ise, 2010 tarihli The Man from Nowhere (Ajeossi). İzleyenler de benim gibi düşünmüş müdür bilmem, ancak Güney Kore sinemasının güzide örneklerinden biridir bence bu film. En azından suç, dram, aksiyon kapsamında değerlenrilirse kesinlikle öyledir.

11 Eylül 2015

Ki Ağaç

11 Eylül 2015 4
Aynı ağacın altında tekrar görüşeceğimize inanarak tam yirmi yedi yıl yaşadım. İşin ilginç yanı, ki bence en saçma kısmı da burası, o ağacın altına, ya da yanına, ya da yöresine, ya da işte ona yakın herhangi bir yere tekrar hiç uğramadım. Sadece bir inançla, görüşeceğimiz inancıyla yaşadım. Beklemek de denebilirdi buna pekala, şayet gidip ağacın oraları şöyle bir kolaçan etseydim. En azından bir kere be adam, bir kere, değil mi ama! Ama hayır, beklemek denemez buna, oyalanmak gibi, köşe başında toprağa ayakkabının burnunu daldırmak gibi, cikleti ağızda yuvarlamak veya parmağında oynattığın sümük kuruduğunda onu fırlatıp atmak gibi. Tüm bunların ortak noktası gibi: Anlamsızca yaşadım. Asla benim olmamış ve olmayacak bir inancı boynumdan aşağıya bir kolye gibi sarkıtarak yaşadım. Bir ağaç olup olmadığını veya ilk nerede ve hatta kiminle görüştüğümü bile bir kez olsun düşünmeden yaşadım.  Bir şeyler olacak ve olacak olan o şey eski bir tanıdığı bana hatırlatacakmış gibi yaşadım. Bunun olmayacağını bilerek de yaşadım elbette. Bir sürü zırvanın elini tutarak, yaşadım diyebilmek uğruna, her gün defalarca karşıdan karşıya atladım. Hoplaya zıplaya hem de. Zamanın geçtiğine inanmak için saatlere baktım en çok. Bunda acıklı bir yan yok artık. Bir şey hissediyor bile değilim, çok zorlarsak eğlendiğimi bile söyleyebiliriz. Koltuğa hayal meyal uzanmak, dönen dünya karşısında gözlerini kırpıştırarak boş boş tavana gülümsek bu düpedüz. Böyle değilse bile, diyelim ki değil, ne çıkar! Nasıl tarif edersem, o şeye dönüşüyor yaşamım. En ahmakça yaşam ve en bilgece yaşam arasında bir fark görünmeyeli epey oluyor.
 
Sağlıcakla kalmanızı dilerim.