26 Aralık 2016

K.

26 Aralık 2016 0
K. talihsiz biriydi. Tek yapabildiği, zamanı durdurmaktı. Kırk yıl yaşamışsa da kimseye gücünü ispat edebilmiş değildi. Zamanı her durdurduğunda, tam da beklendiği gibi, her şey duruyordu. Hatta kendisi bile. Oynamayan gözlerinin ardında kendi düşüncelerine hapsoluyor ve zamanı yeniden, tam da kaldığı yerden, devam ettirinceye dek hiçbir şey yapamıyordu.

Kendisine gülen dostlarına gücenmekten vazgeçmişti gençlik yıllarının ardından. "Hakları var," diye düşünerek adımlardı odayı bir uçtan öbür uca, "bana nasıl inansınlar ki?" K.'nın kendisi bile inanmazdı kimi zaman kendi gücüne. Yine de o karanlık, zamanın durduğu an bastıran dibi görünmez karanlık onu ürkütürdü. K.'nın tek yapabildiği, zamanı durdurmaktı ve bu işte o kadar iyiydi ki, zamanı durdurduğunda ışık bile dururdu. Nice korkunç deneyimin ardından öğrenmişti K. ışığın durduğunda aslında kaybolduğunu.

Çekilmez yaşamını sonlandırma ümidiyle geçen son birkaç yıl, onu kaçınılmaz gerçeğe götürmüş ve bir çatının tepesine çıkartmıştı. K. hiç olmadığı kadar kararlıydı. Nasıl olmuşsa olmuş, bir türlü hayatla birlikte kendisinin de akıp gittiği hissine kapılamamıştı. Zamanı durdurmak hiçbir şeye çözüm olmamıştı, zaten o da bundan vazgeçeli epey olmuştu.

22 Aralık 2016

E. M. Cioran: Gözyaşları ve Azizler

22 Aralık 2016 0
Müzik, eşsiz bir teselli sanatı olarak öteki bütün sanatlara göre çok daha fazla yara açar içimizde.



Daha yakınımızda olduğunda büyük bir kuşkuyla ve açık bir küçümsemeyle bakarız mükemmelliğe.



Her acının sınırı daha büyük bir acıdır.



İnsanların ölümle barışık olmalarının tek nedeni ölümün verdiği korkudan, kurtulmaktır ama bu korku olmadığında ölümün de hiçbir önemi yoktur artık. Çünkü ölüm kendisindedir ve kendisi aracılığıyla vardır. Ölümle uzlaşmaktan doğan bilgelik, ölüm karşısında olası en yüzeysel tavırdır. Montaigne’e de bulaşmıştır bu tavır, aksi takdirde kaçınılmaz olanı kabul etmekle övünmesini anlamak mümkün değildir.

21 Aralık 2016

Elias Canetti: Körleşme

21 Aralık 2016 0
Tarihin çok daha derinlerde yatan ve çok daha özgün nitelikteki itici gücünden, başka deyişle insanların daha yüksek bir hayvan türü olan kitle ile birleşmek ve bu kitle içerisinde kendilerini, sanki tek bir insan bile hiç yaşamamışçasına yitirmek içgüdülerinden haberleri yoktu. Çünkü okumuş kişilerdi; okumuşluk ise, bireyin kendi içindeki kitleye karşı kullandığı bir güvenlik kuşağıydı.

Adına yaşama kavgası denen kavgayı, karnımızı doyurmak ve sevebilmek uğruna olduğu kadar, içimizdeki kitleyi öldürmek uğruna da veririz. Kimi koşullar altında bu kitle, bireyi bencillikten tümüyle uzak, dahası kendi yararlarına aykırı davranışlara dek götürebilir. “İnsanlık”, bir kavram olarak bulunmazdan ve sulandırılmazdan çok önce, kitle olarak vardı. Bu kitle vahşi, coşkun, kocaman ve sımsıcak bir hayvan gibi hepimizin içinde, anasal etkilerin uzanabildiğinden çok, çok daha derinlerde bir anafor gibi kaynar. Kitle, yaşına karşın, dünyanın en genç hayvanı, en öz yaratığı, ereği ve geleceğidir. Onun üzerine hiçbir bilgimiz yok; hâlâ birer birey olduğumuz varsayımıyla yaşamaklayız. Kimi zaman kitle, gök gürültülerinden örülü bir fırtına, içinde her damlanın yaşadığı ve aynı şeyi istediği coşkun bir okyanus gibi saldırır üzerimize. Bu saldırının hemen ardından parçalanıp gitme alışkanlığını henüz koruduğu için, fırtına geçince yine biz olarak, zavallı ve bırakılmış şeytancıklar olarak kalırız. Bir zamanlar bu denli çok, bu denli büyük ve bu denli bütün olduğumuzu anılanınıza sığdıramayız bir türlü. İş bu noktaya vardığında, aklın boyunduruğunda yaşayanlar, sorunu “hastalık” sözcüğüyle açıklarlar; alçakgönüllülüğün bayraktarlığını yapmak isteyen ise, yanılgısının gerçeğe ne denli yaklaştığının bilincine varmaksızın, havayı “insanın içindeki hayvan” diyerek yumuşatır. Kitle ise bu arada yeni bir saldırı için hazırlanır. Bir gün gelecek, kitle artık parçalanmaz olacak; belki önce bir ülkede başlayacak bu gelişme, sonra orayı çıkış noktası yapıp çevresinde ne varsa yutarak ilerleyecek; ta ki artık Ben, Sen, O kavramları değil, ama yalnızca kitle var olacağından, kitlenin varlığına ilişkin tüm kuşkular ortadan kalkana dek.

Elias Canetti, Körleşme,
Sel Yayıncılık, sf. 500-501
[Çevirmen: Ahmet Cemal]

12 Aralık 2016

Dirk Gently's Holistic Detective Agency (2016)

12 Aralık 2016 1
"Eğer bir gün biri çıkıp da Evren'in hangi nedenle ve niçin var olduğunu keşfederse evrenin birdenbire yok olacağını ve yerini daha garip ve anlaşılmaz bir şeyin alacağını ileri süren bir teori vardır.
Bir başka teori ise bunun zaten gerçekleştiğini ileri sürer." Douglas Adams

Douglas Adams, beni en derinden etkileyen yazarlardan biridir. Derinden etkileme söz konusu olduğu zaman daha "edebi" ürünler veren yazarlardan bahsetmeye eğilim olduğunun farkındayım, ama Adams beni edebi yönden değil, zihnimi nasıl kullanabileceğim yönünde etkiledi. Keskin zekası ve ince mizahıyla bir düşünme biçimi kattı bana ve bu, benim için, edebi zevklerden çok daha önemlidir.

Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni okumaya başladığım an sürekli zihnimin sınırları genişliyor gibi hissettim. Yanlış anlaşılmasın, bilim kurgu türüne uzak biri de sayılmam, ama ortada olan sadece bir roman değil, beni sarıp sarmalayan farklı bir bakış açısı ve ifade tarzıydı.

7 Kasım 2016

Yazımevi

7 Kasım 2016 0
İçeriye son olarak Phanus gelmişti. Roth, ona alt kata geçmesini işaret ettikten sonra, buluştukları mahzenin ağır demir kapısını yerine itip, defalarca kilitledi, kendince güvenliği sağladı. Bir süre etrafa kulak kabarttıktan sonra hiçbir ses duymadığına emin oldu ve kendisi de diğerlerinin yanına geçti.

İçeride her zamanki gibi korku ve karamsarlık hakimdi. Roth, kapı eşiğinde durup içerideki dört kişiyi inceledi. Umutsuz vakalardı hepsi. Belki, kendisi de öyleydi. Phanus, Dimitri, Jacob, Hasim… Hepsi de ölmüş bir mesleğin son temsilcileriydi. Hayır, buna meslek denemezdi.

“Gel artık.” diye çıkıştı Dimitri. Roth kafa sallamakla yetindi ve yuvarlak masanın etrafındaki boş sandalyenin birine bıraktı kendini. Bir liderleri olmamıştı hiçbir zaman; bu yüzden de söze kimin başlayacağı belli değildi. Hasim boğazını temizledi, Jacob söze girdi:

“Beyler, biliyorsunuz, hepimiz perişan haldeyiz. Yapmaya çalıştığımız şey…” durakladı. Gözü özellikle Phanus’a çevrildi. “Yani, biliyorsunuz, başaramıyoruz. Olmuyor.”

6 Kasım 2016

Tavan

6 Kasım 2016 2
Kimseye kendimden bahsetmedim, kendim olabilecek bir ihtimalin üzerinde durdum daha çok. Kimse de aradaki farkı umursamadı. Kendimi kolaylıkla kandırabilmemi işte bu umursamazlığa borçluyum. Kendimi her anlattığımda bir parça daha değiştiğim hissine kapıldım. Ağzımdan çıkan sözcüklere inanmaya başladıktan sonra, kendimi sadece yeni insanlar ve yeni sözlerle inşa edebileceğimi düşündüm. Bir başkası olabilmek için sadece bir başkasına ihtiyacım vardı. İşin en güzel yanı, bir başkasının da bir başkası olarak bana ihtiyaç duymasıydı. Kimse bunu önce kendisine sonra karşısındakine itiraf etmedikçe her şey olabildiğince yolunda ilerliyordu.

"Hayır," dedim ardından. Soruyu doğru anladığım bile söylenemezdi. "Sevmem için hiçbir sebep yok." Bir adet çatık kaşa katlanmam gerekti. Sonra işler kolaylaştı. "Peki," denildi, birkaç laf daha edildi. İkimiz de o masaya kendimiz olarak oturduk ve kendimiz olarak kalktık. İkimiz de o masaya bir başkası olarak oturduk ve bir başkası olarak kalktık. Gülüşmeler, sıkılan eller; elveda denildiyse bile, akılda kalmadı. Sonra yol boyunca hep aynı düşünceler: Hiç kendin olabildin mi?

Kimileri abartılı bulur kendi olmayı. Dökülen bir miktar su gibidir insan, bir kısmı erken varır yere, bir kısmı parçalara bölünür, sağa sola sıçrar, dümdüz iner ya da eğilip bükülür. Kendini dökülen suyun hangi kısmında gördüğünle ilgilidir aslında her şey. Döküldüğünü ve eninde sonunda yere çarpacağını unutmadıkça herkes olabilirsin -ve her şey.

28 Ekim 2016

Dendero Three: Kışın Sonu

28 Ekim 2016 0
Dökük bir dairede, baba ve oğul odanın orta yerindeki masaya oturmuş birbirlerine bakıyorlardı. İkisi de iyice masaya sokulmuş, kollarını kavuşturmuşlardı.

"Baba, hava soğuk."
"O kadar da soğuk değil."
"Soğuk!"
"Pekala, kışın ortasında havanın ne kadar da soğuk olduğunu hatırla bakalım. Şimdiyse artık kış bitmek üzere. Karşılaştıracak olursak, o kadar da soğuk değil."
"Karşılaştırmak umrumda değil. Şu an hava soğuk."
"Öyle mi? Şunu düşün bir de. Biz Kanto'da yaşıyoruz. Burası Hokkaido'ya göre nispeten sıcak."
"İyi ama, Hokkaido'daki insanların evlerinde sadece gömlekle dolaşabilecekleri kadar güçlü bir ısıtma sistemleri olduğunu duymuştum."

26 Ekim 2016

Yumeno Kyūsaku: Cep Saati

26 Ekim 2016 0
Bir dolabın arkasına düşen cep saati, kendi halinde tik tak ederek çalışmaya devam ediyordu.

Bunu gören fare, "Seni salak!" diyerek onunla alay etmeye başladı. "Neden kimse seni görmeyeceğine rağmen çalışmayı sürdürüyorsun?"

Cep saati, "Çünkü birileri bana baktığında faydalı olabilmem için, kimse beni görmediğinde de çalışmayı sürdürmem gerek." diyerek cevapladı. "Sadece hırsızlar kimse bakmadığında çalışır, ama sadece birileri baktığında çalışan kimseler de aslında birer hırsızdır."

Utanç içinde kalan fare, ağır ağır oradan uzaklaştı.

13 Ekim 2016

Prize, Award ve Reward Arasındaki Fark Nedir?

13 Ekim 2016 15
Bugün, Twitter'da takip ettiğim "mxrat" mahlaslı bir arkadaşım, şöyle bir tweet atmış: "Tam şu an fark ettiğim nüans: "Prize" olunca para ödülü de oluyor, "award" olunca sadece bi' ödül heykelciği oluyor." [*]

İşin aslına bakarsak, "prize", "award" ve "reward" arasında sahiden de bir nüans vardır, ama bu nüans maddi kaynaklı değildir.

Bu kelimeler, Türkçe'de en genel anlamıyla "ödül" ve "mükafat" şeklinde çevrilir ve kullanılır. Aslında zaten dilimizde bu kelimelere ayrı ayrı uygun kelimeler de yoktur, en azından benim şu an için aklıma gelmiyor.

7 Ekim 2016

Allen Ginsberg: Seçilmiş Haikular

7 Ekim 2016 2
içtiğim çayda
hiç şeker yok.
bir farkı da yok.

*

şöyle bir bakıyorum omzumun üstünden
ardım kaplanmış hep
kiraz çiçekleriyle.

*

bilmiyordum adını
hiçbir çiçeğin! -ve böylece
yok olup gitti bahçem.

21 Eylül 2016

The Best of Victor Borge: Act One & Two (1990)

21 Eylül 2016 0
Danimarkalı komedyen ve müzisyen Victor Borge, 91 yıllık yaşamında yapabildiği en iyi şeyi yapmış: İnsanları güldürmüş. "Gülmek iki insan arasındaki en yakın mesafedir." diyor Borge ve bir yandan piyanosunun tuşlarıyla harikalar yaratırken, bir yandan da durmadan konuşuyor, insanların müziğin içinde kaybolmadan gülmesini sağlıyor.

Her fırsatta, İngilizceyi sonradan öğrendiğini, "Bu sizin diliniz, ben sadece kullanmaya çalışıyorum." diyen Borge, elinden (dilinden) geldiğince İngilizceyi eğip büküyor, kelimelerin, kalıpların, terimlerin hepsiyle şaka türetiyor, mizahında bir enstrüman olarak kullanıyor onları.

18 Eylül 2016

Yıllar ve Yıllar Süren Bir Yıkıma Ağıt

18 Eylül 2016 0
Gözlerini bir yere dikmiş değildi. Sorsanız, ne yaptığını bile hatırlayamazdı. Birden bire, öylesine, durduk yere, bilirsiniz işte, apansız ve hiç gereği yokken fark etti içini yıllardır kemirip duran şeyi. Karşılaştığı gerçek daha sonra ne kadar onu ürpertecek olsa da, günler boyu hatırlamaya çalıştığı bir ismi bulmuş gibi rahatladı o an. İşte buydu, hepsi buydu, geriye çözülecek bir şey kalmamıştı.

Ayağa kalktı, sorsanız, bunu da hatırlayamazdı. Bir bardak su içti, susadığından değil, yaşıyor olduğunu kendisine ispat etmek için. Ellerini tezgahın ucuna dayayarak düşündü bir süre. Sahiden de bu muydu yani? Nasıl olur da büyük bir inkarla ve bağırışla ve çağırışla ve ipe sapa gelmez bahanelerle bu fikirle savaşmayı seçmezdi. Canını yakan şey, farkına vardığı gerçek değil, bunu böyle kolay kabullenmesiydi.

Kapıdan giren annesinin sesiyle kendine geldi. Bir şey demeden geçti annesi, bir işi vardı, öyle olmalıydı. Donup kaldı olduğu yerde, yutkundu ve alelacele mutfaktan çıktı. Gözleri doldu, sorsanız, bunu kolaylıkla hatırlardı, çünkü gizlemek için ne yapacağını şaşırmıştı. Kendinden utanıyordu, ama haklı olduğunu da biliyordu. Elinden başka türlüsü de gelmiyordu zaten, daha demin fark etmişti çünkü gerçeği: O, annesine acıyordu. Annesinin artık ölmesini diliyordu. Kinle ve nefretle değil, şefkat ve merhametle. Ölmesini ve bu hayattan kurtulmasını istiyordu.

4 Ağustos 2016

Master i Margarita (2005)

4 Ağustos 2016 2
Ey Romalılar! Ey Sovyetliler! Ve ey geri kalanlar!

Ocak 2016'da başladığım Usta ile Margarita (Master i Margarita) adlı Rus dizisinin çevirisini, Ağustos 2016'da bitirdim. Hepi topu 10 bölümlük bir dizi olmasına karşın 7 ay sürdü çeviri işi. Belki kitabın çevirisi çok daha kısa sürmüştür. (Öz eleştirimi de yaptığıma göre, içim rahat eksiklerimle yaşamaya devam edebilirim. Sorunun ne olduğu bilinince, ona katlanması daha kolay oluyor.)

Doğal olarak, diziyi çevirdiğim için, eser hakkında atıp tutma hakkımın olduğu düşünülebilir. Atıp tutma dediğim de, sanki her şeye hakimmişim gibi yüksek perdeden konuşmak ha! Ama elbette böyle şeyler yapmayacağım. Mütevazı olduğumdan da değil, gerek görmediğimden.

21 Haziran 2016

Ben, Ölü Değilim

21 Haziran 2016 0
"Ben, ölü değilim," dedi bir çırpıda. Oysa sadece adres sormuştum ona, çok anlamsız bir cevaptı bu. "İyi ama," diyecek oldum, gerisini getiremedim. Sanırım ne demem gerektiğini bilemedim. Adam gözlerimin içine baka baka tekrar etti: "Ben, ölü değilim!" Ve yürümeye devam etti. Giderken kafasını öyle bir salladı ki, canını sıkmışım gibi bir hisse kapıldım hemen oracıkta, utandım, sıkıldım. Böyle biriydim işte, nasıl bir ahmaklıkla karşı karşıya olduğum hiçbir şeyi değiştirmiyordu, hep kabahati kendimde bulacak bir yol keşfediyordum, illa ki ufak bir ayrıntının içinde kendimi suçlu çıkaracak bir gerçeği eşeleyip ortaya çıkarıyor ve ona sarılıyordum. Omuz silkmek ve başka birine adresi sormaktan başka elimden bir şey gelmeyecekti, istersem binlerce yıl durayım orada, yine de artık çok geçti, ölü olmayan adam gitmişti bile ve asla peşinden koşacak, neden böyle dediğini öğrenemeyecektim.

Alnımda biriken ter damlacıklarını çekinerek sildim ve hem kısık hem korkak bir sesle durakta bekleyen kadına yaklaştım. Gülümsemeye çalıştım, nasıl ki o adam ölü değilse, ben de sapık değildim; bunu o kadına göstermeli, daha en başta aklına minicik dahi olsa benim hakkımda kötü bir fikir gelmişse, onu buna pişman etmeliydim. Ama hayır, gülümsemeyi becerememiş olmalıyım ki kadın bir adım geriledi ve çantasını biraz daha sıkı kavradı. Hani, ne oldu, ona gününü gösterecektim? Evet, ona gününü gösterecektim! Ben de bir adım geri adım attım, anlamalıydı, umrumda değildi o, sadece bir adres soracaktım.

6 Haziran 2016

Uçurum

6 Haziran 2016 0
olmayacak birkaç adım -ve sonrasında yuvarlanmışım uçuruma. kayalar sert ve haşin -bilirsiniz muhakkak. nasıl bir hengame olduysa, kaybetmişim kendimi -hiç de şaşırmadım buna. fırsat bu fırsat, geldi ölüm elinde tırpanıyla -belki mızrağıyla. baktı bir süre gözüme ve eğdi başını sağdan sola. düşündüm elbet canım için yalvarmayı, tutamıyor işte insan kendisini. hemen sonra geldi aklım başıma -ne gerek var dedim. geriledi ve sırtını döndü ölüm -gitti. almadı canımı -belki öldürecek bir şey bulamadı. öyle ya, ne yaşadım ki ben, ne kadar yaşıyorum ki?

kalktım ve üstümü başımı silkeledim. pekala denebilir ki, ölmeyi bile beceremedim. ağır aksak adımlarla tırmandım kayaları -hani şu sert ve haşin olanları. kimse yoktu çevremde -inanın bana, ben buna çok alıştım. günlerimin çoğu etrafı şöyle bir kolaçan etmekle geçmiştir herhalde. bir kişi be, bir kişi bile nasıl bulamaz insan. ama oluyor işte, bu hayatta her şey oluyor.

26 Mayıs 2016

Anı

26 Mayıs 2016 0
Basit bir hayatı vardı Vecdi'nin. Her sabah başında ufak bir sızıyla uyanır, tavanı seyreder ve bundan hiç bıkmayacağını bilmenin verdiği sıkıntıyla, sanki bir şeyler yapması gerekirmiş gibi doğrulup terlikleri ayağına geçirirdi. Pazardan rastgele ve sırf ucuz diye aldığı, adını dahi bilmediği iki çiçeğinin başına geçip, uzamış sakalını kaşırdı. Kurumaya yüz tutmuş çiçekler, eğri büğrü duruşlarıyla Vecdi'nin kafasını karıştırırdı. Acaba, diye düşünürdü, saksıları mı çok dar. Belki de toprağı kötüdür, kim bilir, Vecdi çiçekleri nadiren sulardı, hiç kuşkusuz bunun da etkisi büyüktü.

Çiçekleri geride bırakırken kafasını sallar, ağır adımlarla yüzünü yıkamaya giderdi. Sahiden de basit bir hayatı vardı Vecdi'nin. Aynada ıslanmış yüzüne dikkatle baktığında, bu yüzün kendisine ait olduğuna bir türlü inanmazdı. Tıpkı adını bilmediği çiçekleri gibi, kurumaya yüz tutmuş ve eğri büğrü olduğunu düşünürdü. İki eliyle lavaboyu iyice kavrar ve parmaklarını sıkarken, bu dünyada önemli hiçbir şey yapamayacağını dişlerini bileyerek kendine itiraf ederdi. Evet, evet, belliydi, her şey yüzünden belliydi: Milyarlarca insandan, hayır, sadece insandan da değil, hayvandan, ve belki taştan bile farkı yoktu. İyice yaklaşıp da gözlerinin içine baktığında, bu donuk bakışların arkasında bir ruh yakalamaya çalışırdı sanki. Başaramazdı bunu da Vecdi. Sonra vazgeçerdi bu tek yönlü savaştan. Hala da böylesi gülünç fikirlerin kendisini esir almasını çocukluk sayarak gülümserdi.

31 Mart 2016

Ses

31 Mart 2016 0
Bir ses duyuldu. Kimilerine göre bir top atışıydı bu. Öbürleri gök gürledi diyerek geçiştirdi sesi. Korkanlar, kaçanlar, pısanlar, cesaretle ve haykırarak ileri atılanlar eksik olmadı. Bir yerlerden bir emir gelmiş olmalıydı, alelacele avluya koşturmaya başladık. Gördünüz mü dedi kimileri, bir top atışı olduğunu söylemiştik! Sarkık suratlarıyla öbürleri, göreceksiniz dedi, sadece gök gürledi.

Öyle veya böyle toplandık hepimiz avluya. Geldi eli belinde komutan, yamuk yumuk hizaya girmiş bizlere baktı uzun uzun. Kimileri korkuyla uğulduyor, öbürleri ise tıslayarak homurdanıyordu. Siz, diyecek oldu komutan, ama bir şey demedi; burayı, diyecek oldu tekrar, ama bir şey demedi; terk edin artık, diyecek oldu bu sefer, ama bir şey demedi. Bir baştan öbürüne yürüyüp durdu komutan, ama tek kelime etmedi.

Kimileri ağırlığını bir ayağından öbürüne verdi, öbürleri esneyip gerindi. Kimse bir emir duymadı, ama ne olduysa oldu, birden bire herkes hareket etmeye başladı. Surları, duvarları, kapıları, ağaçları, taşları ve atları yoklayıp bir top atışının izini aramaya koyulduk. Kimileri bir oyuğu endişeyle gösterdi, öbürleri böylesi bir saflığa katıla katıla güldü. Kalenin kenarına, kıyısına ve köşesine yayıldık, biraz laklak etsek de, büyük bir ciddiyetle sesin sebebini öğrenmek için önümüze gelen her yeri kurcaladık.

21 Mart 2016

Hiç

21 Mart 2016 2
O gün, hiçbir şey olmadı.

Kimse kalkıp da yüzünü yıkamadı. Sofralar kurulmadı, ağza lokmalar atılmadı. Kapılar açılmadı, çocuklar dışarı sıvışmadı. Kimse kimsenin yakasına yapışmadı, ama boynuna da sarılmadı. Sokak aralarında tek bir nara duyulmadı. Aynalara bile bakılmadı. O gün, güneş dahi doğmadı.

Ne yaptı peki bunca insan? Ölmedi, ama yaşamadı da. Balkondan sarkmadı, birbirine bağırmadı. Tek bir anne bile çocuğunu pataklamadı. Çok sonra anlaşıldı ki, o gün, kimse hayal kurmadı. Aşık olmadı. Yalnız kalmadı. Bir duvar dibinde, elinde solmuş bir çiçekle öylece bırakılmadı.

Ertesi gün kimse birbiriyle konuşmadı. Düşünürseniz şayet, buna hakları da vardı. Doğru, o gün hiçbir şey olmadı, ancak tekrar dönüp baktığında insanlar, o günün diğer günlerden bir farkını da bulamadı. Belki de bu yüzden konuşma gereği duymadı.

17 Mart 2016

6 Saniye

17 Mart 2016 0
"İnsan, bir karar vermeden tam 6 saniye önce zihin hangi kararın verileceğini belirler. Yani karar vermek, zihnin ulaştığı sonucu keşfetmekten ibarettir.

Peki ya 6 saniyeden önce bir karar vermek gerekirse? İşte kaos, bu gereklilikten doğar. Ve kader, kaosu durdurmak için tanrının açtığı savaştan ibarettir.

Tüm yaşam sadece ikiye ayrılır: 6 saniyeden önce, 6 saniyeden sonra."
Genç adam, iki elinin arasında tuttuğu kağıtta yazan son cümleyi tekrar okudu: "6 saniyeden önce, 6 saniyeden sonra." Kağıdı ikiye katladı. Ayakkabılarını giydi ve evinin sokak kapısından çıktıktan sonra ağır adımlarla apartmanın merdivenlerini tırmanmaya başladı. O an genç adamın aklında çatıya ulaşmaktan başka hiçbir düşünce yoktu.

Merdivenlerin sonuna geldiğinde önünde çatıya doğru açılan bir kapı buldu. Cebinden, sakince, anahtarlarını çıkardı, bir kaç anahtarı denedikten sonra kapıyı açıp çatıya doğru ilk adımını attı.

5 Mart 2016

Kıyametin Son Günü

5 Mart 2016 0
Cenazesinde ağladığımı hatırlamıyorum. Zaten ufak bir cenaze töreni oldu, hepsi bu. Kalabalık değildik: Bir ben vardım. Anne babası bile yoktu ortalarda, ama haklı bir mazeretleri vardı: Necmi'den önce ölmüşlerdi. İşin aslı, Necmi sevilmeyen biri değildi. En azından öyle biri olamazdı, diye düşünüyorum. Hadi anne babası öldü diye gelmediler cenazeye, peki ya öbürleri? Biliyor musunuz, tüm kalbimle inanıyorum ki, insanların hepsi ölmemiş olsaydı, muhakkak içlerinden birkaçı o cenazeye katılır, hatta bir iki damla da gözyaşı dökerdi. Necmi kötü biri değildi, ancak ne yazık ki, iyiliğin ve kötülüğün son bulduğu noktaydı burası: Kıyametin son günüydü.

Necmi'den sonra, artık tamamen yalnız kaldığımı anladım. Çok ölü gördüm, ardı arkası kesilmeyen cesetleri çiğnedik sokaklarda kaçışırken. Az çok kestirebiliyorsunuzdur kıyametin nasıl olduğunu. Hepsi, aynısıyla ve fazlasıyla ve eksiğiyle bir şekilde oldu işte. Oldu ve bitti. Artık Necmi de gitti. Ne ilginçtir ki, tek başıma kaldığımı anladığımda, ilk hissettiğim şey, özgürlük oldu. Anlamsız bir yük kalktı üzerimden. Yaşamak zorunda olmadığımı anladım. Korkuyla ve bağırışla ve çağırışla sağa sola koşturmanın gereği kalmadı. Düşünüyorum da, belki de Necmi benden önce anladı bunu —belki de hiç anlamadı.

28 Şubat 2016

Jung on Film (1957)

28 Şubat 2016 6
Nihayet Carl Gustav Jung röportajının (Jung on Film) çevirisi bitti!

Gelin önce şu sıkıcı bilgileri halledelim: Bu röportaj, Houston Üniversitesi Psikoloji Bölümü için Dr. Richard I. Evans tarafından Carl Gustav Jung ile Zürih Federal Teknoloji Enstitüsü'nde 1957 yılında (5-8 Ağustos tarihleri arasında) yaptığı görüşmelerden derlenip toplanmıştır. Ancak röportajın ham hali olmadığını önemle belirtmek de isterim. Yapılan kayıtların kesilip biçilerek düzenlenmiş ve 77 dakikaya sığdırılmış halidir.

Aranızdaki "Peki, tüm kayıt ne kadar sürüyor?" şeklinde gereksiz bilgi ve ayrıntı düşkünleri için de hemen açıklama yapayım, kayıtlar toplamda 4 saat sürmekteymiş (ki mişli zaman kullanmamdan benim de izlemediğim anlaşılmıştır sanırım...)

23 Şubat 2016

Düğme

23 Şubat 2016 0
Kapı çaldı.

Ağır aksak adımlarla kapıya yöneldi Bay Jaromir. Asık suratını düzeltme gereği bile duymadan kapıyı açtı ve karşısında her türden klişeyi barındıran takım elbiseli, fötr şapkalı ve ellerinde siyah bond çanta tutan iki kişi buldu.

"Girebilir miyiz?" diye sordu biri, umursamazca içeriye adımını attı öbürü.

"Hey," diye seslenirken Bay Jaromir, soruyu soranın da yanından geçip salondaki kanepeye doğru emin adımlarla yürüdüğünü gördü. Bir an kararsızca ayakta bekledi, omuzlarını silkip kapıyı kapattı.

Heyecana kapılmadı Bay Jaromir. "Korkmadın mı?" diye soracaktı daha sonra olanları anlattığı yakın arkadaşı. "Bilmem," diyecekti Bay Jaromir, "Umursamadım."

Terliklerini sürüyerek yan yana oturmuş bu iki gizemli adamın karşısına geçti ve koltuğa bıraktı kendisini.

9 Şubat 2016

Ernst Meister'dan Üç Şiir

9 Şubat 2016 0
O Titreyişi
O titreyişi ışığın,
o mırıldanışı,
parlıyor rüzgarda
salınan bir yaprakla.

Gece çöker
ve ben
yürür dururum
-insan olmanın ağırlığıyla-
bir aşağı bir yukarı...


Burası Ki
Burası ki,
hiç ve hiç arasında,
iki büklüm olunan yer
derim ki aşktır.

Burası ki,
şansın dönüp durduğu yer,
derim ki aşktır.

1 Şubat 2016

Lanet

1 Şubat 2016 1
Uyandığında üzerinde garip bir huzursuzluk hissetti. Gerindi ve esnedi, kafasını sallayıp odasından dışarıya ilk adımını attı. Annesi çıktı hemen karşısına, gülümsedi ve oğlunun dağınık saçlarını karıştırdı. Yere yığıldı kadın, sonradan anlaşılacağı üzere, öldü. Yere düşerken çıkardığı gürültüyü duyan kocası koşarak geldi, önce dizlerinin üzerine eğilip karısını sarstı, sonra neler olduğunu öğrenmek için kalkıp oğlunun kollarına yapıştı. O da olduğu yere düştü, o da öldü. Korkuyla ve çığlıkla geriledi genç adam. Hastaneyi aradı, kapıya çıkıp komşulardan yardım istemek için bağırdı. Birkaç iyi yürekli insan koşuştu eve, içlerinden birisi delikanlıyı oradan uzaklaştırmak için omzuna dokundu, hiç vakit kaybetmeden o da bu talihsiz olaylar dizisinden nasibini aldı. Öldü.

Birden genç adam bir şeylerin farkına vardı. Ancak kendi düşüncelerine inanamadı. Sıklaşan nefesi ve titreyen eliyle ona dönen bakışlar karşısında yutkundu. Yerde yatan komşusu için bir açıklama aradı, ama bulamadı. Bir feryat koptu, yerde uzanan üçüncü kişinin üzerine komşular üşüştü. O sırada birkaçı ayakta dikilen genç adama çarptı. Çarpanların hepsi hemen orada ve o anda, öldü.

Kalabalık büyüdü, ölenler arttı, genç adam böyle bir şeyin ne kadar imkansız olacağı üzerine kafa yorup durdu ve artık ortalık inanılmayacak bir karmaşaya bürünmüşken önce geri geri adımlar atarak, sonra aniden var gücüyle koşarak oradan uzaklaştı.

25 Ocak 2016

Hatıra

25 Ocak 2016 6
"Evet," demişti huysuz ama kararlı bir sesle, "İstiyorum!"

Çok yaşlı değildi, ama öleceği kesinleşmişti. Bir tür hastalık ya da bir sezgi, yolun sonunda olduğunu söylüyordu ona. Kendisini koltuğa bıraktığında ve olan biten her şeyi kafasında şöyle bir ölçüp tarttığında, bir anda, hışımla, hırsla ve acı bir feryatla koca bir hayatı boşa harcadığının farkında varmıştı.

İlk kez başına gelmiyordu bunu fark etmek, ama son kez gelmiş olduğunu anladığında, bir şeyler yapması gerektiğini de derin ve giderilmesi mümkün olmayan bir pişmanlıkla kavramıştı.

Kalkıp daha önce öfkeyle fırlatıp attığı ilanı aradı evin içinde. Çöpün hemen yakınlarında buruşturulmuş olarak buldu ve elleri titreyerek numarayı çevirdi, birkaç gün sonrasına bir randevu kopardı ve telefonu kapattığında, "Tanrım," dedi içinden, "Ne olur birkaç dün daha yaşamama izin ver."

11 Ocak 2016

(On ya da Yirmi Gün Geçmişti)

11 Ocak 2016 1
(Kendinden bahsederken utanmayan insan, kendinden tam olarak bahsetmiş de sayılmaz.)

On ya da yirmi gün geçmişti felaketin üzerinden. (Hangisinden?) Hangisinden olacak işte! Hani şu... Hakikaten de, hangisinden?

Bir insan bir aynanın karşısında ne kadar dikili kalabilirse, tam da o kadar dikili kalmıştım. Ne eksik, ne fazla. (Yalan.) Saçımı tarıyor değildim. (Yalan.) Dişlerimi de hiç gıcırdatmadım (Yalan.) İnanın bana, yumruklarım sıkılı değildi bile. (Yalan.) Aklımda tek bir şey vardı kendi gözlerime bakarken (bakmaya çalışırken), ben ne zaman öleceğim?

(Şimdi, söylemesi çok daha zor.) Değil. (Tam üç gün geçirmiştim kasabanın birinde.) Hayır hayır, yıllar geçip gitmişti. (Bir tahta sandalyeye kıvrılmış, gecenin bitmesini bekliyordum.) Neden? (Huzursuz bir düş bile görüyor değildim.) Söylesene, neden? (İnsan, değişimin eşiğinde olduğunu hissetmediğinde, zaman boşa akıyormuş gibi gelir.) Öyle de değil aslında, hiç de öyle değil. (Ve sonra, sabah olduğunda, her şeyin geçip gittiğini anlamıştım.) Neyin? (Her şeyin.) Neyin? (Gecenin işte be adam, o son gecenin.)

9 Ocak 2016

Evrenin Sonu

9 Ocak 2016 0
K. işe gelir gelmez çantasını masasının yanına fırlattı ve hemen döner sandalyesine kuruldu. Kendisinden önce gelen ve tam karşı masasında oturan iş arkadaşı M.'ye "Ne yaptın bakalım hafta sonu?" diye sordu. Sesinde muziplik seziliyordu, ama böyle olması için de ortada hiçbir sebep yoktu.

"Evreni yok ettim." dedi iş arkadaşı tüm ciddiyetiyle.

K. kendi neşeli tavrına bir karşılık bulduğunu düşünerek güldü. "Öyle mi? İyi yapmışsın, zaten bir işe yaradığı da yoktu." dedi ve kendince kıkırdadı.

"Üzgünüm, sana ya da öbürlerine sormadan yaptım bunu." dedi M.

K.'nın yüzündeki gülümseme silinir gibi oldu, çünkü karşısındaki ya doğru düzgün şaka yapmayı bilmiyordu ya da aklından bir zoru vardı.

"Öbürleri de kim?" diye sorarak, konuyu genişletmek istedi K.
 
Sağlıcakla kalmanızı dilerim.