4 Kasım 2015

Rüya Odası

4 Kasım 2015
Gözlerini zorlukla açtı. İşe gitmek istemiyordu. Kim isterdi ki! Öylesi güzel bir rüyadan uyanmayı kim isterdi! Tam da oğluna verdiği öğüdün en güzel yerindeydi. Diyecekti ki ona, sakın ama sakın pes etme. Bırakma kendini diyecekti. Neyi istiyorsan ve kimi istiyorsan peşinden git onun. Kaybedebilirsin elbet, ama denemiş olacaksın en azından. Bunları söyleyecekti oğluna; ya da bunlara benzer şeyleri işte. Söyleyemedi, olmadı, uyanması gerekti çünkü. Olsun. Yarın söylerdi belki. Gülümsemesi için işte güzel bir sebep. Yarın söyleyebilirdi. Belki.

Kalktı, oda soğuktu sanki biraz. İçi ürpermiş de olabilirdi. Önemsemedi bunu. Isı artardı nasıl olsa birazdan. Ah şu yeni nesil evler diye geçirdi içinden, onlar olmasa ne yapardım! Gerçekten de öyleydi. Onlarca isim değiştirdi pazarlanmak için. Kişiye özel evler denildi bunlara, teknolojinin son noktası diye de eklendi. Dostunuz ve aileniz olacak diye savundu koca koca insanlar bu evleri. Sizi anlayacak bu evler. Hissedecek sizi. Mutlu olmanız için elinden geleni yapacak. Aylarca, yıllarca bunlar konuşuldu. Güvenlik sorunları tartışıldı. Haklı da bir tartışmaydı bu. Çünkü herkes farkındaydı bu evlerin tanrısal bir güçle hareket etmediğinin; içinde oturanın hayatına dair neredeyse tüm verilerini topluyordu. Sürekli bu işi yapıyordu. Her türlü değişkeni depoluyordu. Aslına bakılırsa, özel yaşama dair pek bir şey kalmıyordu geriye. Yine de huzur vadediyordu bu evler. Uyandığınızda, odayı vücudunuza uygun sıcaklığa getiriyordu. Kahvaltı için ne gerekiyorsa, siz daha uyanmadan hallediyordu. Sevdiğiniz müzikleri çalıyordu. Hem de ruh halinizi yüzünüzden ve beden dilinizden okuyarak. Duvarların rengi bir anda değişebiliyor, aniden hoşunuza gidecek bir televizyon programı önünüze gelebiliyordu. Sizi neşelendirmek için elinden geleni yapıyordu ev. Yine de yetmemişti bu kadarı ilk başlarda. Yetmezdi. İnsanlar korkuyordu. Bu kadar işi yapmak için gereken verinin toplanması fikri onları korkutuyordu. Oysa bir gün çok ufak bir eklemeyle bu evler satılmaya başlandı. Tereddütlüydü bu eve yerleşenler. Ama uyudukları ilk gece hiç ummadıkları kadar memnun oldular, yaşam aşkıyla uyandılar. Kimse beklemiyordu böyle bir başarıyı. Her geçen gün daha da yaygınlaştı bu evler. Önceleri şehirlerin esas yerleşim alanlarından uzağa kurulan bu evler, artık şehrin içine de yayılmaya başlamıştı. Eski binalar yıkılıyor, yeni binalar yapılıyordu. Bu gidişle, yalnızca şehrin uzağında kalacaktı alışılan o taş binalar.

Bunları düşünmedi elbette. Bu kadar derin düşünmedi. Sadece bu evi sevdiğini biliyordu. Her gün işe bu evde yaşamını daha rahat sürdürebilsin diye gidiyordu. Eskisi gibi değildi. Yaşamayı seviyordu. Uyumayı seviyordu. Uyanmayı sevmiyordu pek, ama olsun, değerdi buna. Televizyon açıldığında birden, dikkati dağıldı. İlgi alanına yönelik haberler derlenmiş ve özel olarak sunuluyordu. Ekmekler çoktan kızarmış, çay demlenmişti. Hiçbir şey yapmıyordu, ama hiçbir ânı da boş geçmiyordu. Bir amaç veriyordu ev ona. Bir yere yönlendiriyordu sürekli. Oyalıyordu. Zihnini dinç tutuyordu. Seviyordu o da bunu. Son bir ümit olarak tutunmuştu zaten bu eve. Olmuştu. Yaşamını sürdürebiliyordu işte bir şekilde.

Anahtarlarını aramadı bile. “Anahtarlarım!” dediği anda ev onu yönlendirdi anahtarın olduğu yere doğru. Dün akşam eve girdiğinde hafızasına almıştı çünkü ev anahtarın nerede olduğunu. İlk başlarda takip edildiği hissi uyanmıştı onda. Herkeste bu his uyanmıştı. Uyanırdı. Normaldi bu. Sonra geçiyordu. Kalabalık bir sokağa saptığında ilkin rahatsız olmak gibi bir şey. Zamanla geçen bir şey. Kalabalığa aldırmamak gibi bir şey. Birileri görse ne olacak demek gibi bir şey. Birileri bilse ne olacak demek gibi bir şey. Neyim var ki gizleyecek demek gibi bir şey. Ne önemim var ki demek gibi bir şey. Belki de tam olarak böyle şeyler değildi insanların aklından geçenler, ancak mutlulukları o evlerde gizliydi, sırf bunun için kendilerini kandırmaları o kadar da zor olmamalıydı. O kadar da zor olmadı.

İşe vardığında aklında dün geceki rüya vardı hala da. Gece gidip uyumayı dört gözle bekliyordu. Onun verdiği şevkle çalıştı tüm gün. Her gün olduğu gibi. Herkesin çalıştığı gibi. İnsanların gözünden okunabilirdi bu. Bir hayatları vardı devam ettirecekleri, şu an ne yaptıklarının ve ne kadar zorlandıklarının bir önemi yoktu. Bir şekilde herkes umursamamayı öğrenmişti. Nasıl olsa akşam olduğunda evlerine gideceklerdi ve uyuyacaklardı. Arzu ettikleri o sevimli dünyalarına kavuşacaklardı. Dert etmeleri gereken bir şey yoktu. Vardıysa bile, halledilebilirdi.

Birden aklına geldi. Aniden. Unutmuştu aslında çoktan. Nedense hatırladı. Arkadaşını hatırladı. Şehrin dışında, eski moda evlerde oturan arkadaşı ne yapıyordu acaba? Geçmedi şu yeni evlerden birine diye iç geçirdi; oysa ne kadar da güzel olurdu onun için. Anlamadı bu evlerin büyüsünü. İnatçının tekiydi. Kendince diretti. Ne fayda! Çürüyor işte herkesten uzakta bir yerde yalnız başına! Ah zavallı… Böylesi düşüncelere kapılarak geçirdi günün geri kalan kısmını. Kararını vermişti, çıkışta kısa bir süreliğine arkadaşına uğrayacaktı. Daha bu gece oğluna vereceği öğütten cesaret aldı: Pes etme! Pes etmeyecekti.  Etmedi. İşten çıkar çıkmaz arkadaşının evine doğru yol almaya başladı. Hafızası körelmişti ya da şehir çok değişmişti. Tanıyamadı birçok yeri. Ne ara yapıldı tüm bu değişiklikler dedi fısıltıyla. Şaşkın gözlerle çevresine bakınıp durdu. O sırada evi ve işi dışındaki güzergâhları uzun zamandır kullanmadığını fark etti. Üstünde durmadı bunun. Ne olacaktı sanki! Kullanmadıysa kullanmadı. Ne kaybetti ki!

Eski moda apartmanın önünde bir süre dikildi. Gözüne harabe gibi görünmüştü. Oysa çok değil, bundan on-onbeş sene evvel yapılmış bir binaydı; ama işte eski modaydı, hiçbir özelliği yoktu, taştan yapılmış soğuk duvarlardan başka anlam ifade etmiyordu. İnsan evini kendi dostu olarak görmeyecekse, ne diye onda oturabilirdi ki? Anlam veremedi buna. Üstünde çok da durmadı, zili aradı, buldu. Zile bastı.

Şaşırmıştı ama sevinmişti arkadaşı. Ev dağınıktı. Ne de olsa yalnız yaşıyordu arkadaşı ve ev kendi kendini derleyip toplayamıyordu. Oturacak bir yer ayarlandı, çaylar eski usule göre hazırlandı, kısa bir sessizliğin ardından, arkadaşı söze girdi:

“Eee, anlat bakalım. Nasıl gidiyor?”

“Güzel gidiyor. Biliyorsun işte, uzun zamandır epey iyiyim. İşe gidiyorum, eve geliyorum. Uyuyorum. Çok güzel.”

“Ev ve iş dışında yaptığın bir şeyler yok mu?”

“Tabii ki yok. Ne gerek var ki!”

Arkadaşı memnuniyetsiz bir biçimde geriye yaslandı. Birçok şey demek istedi, ama kendini tuttu.

“Söyle hadi, söyle. Gene o eski saçmalıklarından bahset bana. Kendini kandırıyorsun de! Ne önemi var sanki? Nasıl olsa uyuyunca bir anlamı kalmayacak bu dediklerinin de.”

“Başlamak istemiyorum. Ne düşündüğümü biliyorsun o evler hakkında. Senin hakkında. Gerçekçi hiçbir yan göremiyorum bunda.”

“Seninle tartışmaya gelmedim. Yıllardır görüşmediğimiz için aklıma geldin birden ve nasılsın diye bakayım diye geldim. Böyle sinirlenmene gerek yok.”

“Hayır, yanlış anladın. Sinirlenmedim. Hiç de bile.”

Bir süre sustular. Başka birkaç konudan konuşmak istediler, ama olmadı. En yakın arkadaşıydı çünkü onun. Her şeyi biliyordu. Yanında olmalıydı. Mutluluğu bulmuşken ona destek olmalıydı. Olmadı. Bu yüzden yıllarca görüşmediler. Bir ara konuştular,  sonra gene yıllarca görüşmediler. Geçmişten kalan tek kişiydi o. Ne diye bu kadar karşı çıkıyordu ki o evlere?

“Keşke sen de benim gibi şu yeni evlerden birine geçsen.”

“Böyle bir şey asla olmayacak, biliyorsun.”

“Gereksiz gurur yapıyorsun.”

“Gurur mu?”

“Evet. Neymiş, insanlığa yakışmıyormuş böylesi.  Neymiş, uyuşturucu bağımlıları gibi davranıyormuşuz. Neymiş, kendimize dair bir şey kalmıyormuş geriye.”

“Haklıyım.”

“Ama sen hiç o odalardan birine girip uyumadın. Onun gerçekliğini hissetmedin. Bilemezsin bunu.”

“Her şey şu rüya odası denen saçmalık yüzünden oldu zaten.”

“Yanlış bir şey yok onda. İnsanlara istediğini veriyor. Hepsi bu.”

“Tüm anılarınızı veri haline getirip teslim ediyorsunuz eve. Eski fotoğrafları, günlükleri, videoları, elinizde ne türlü bilgi varsa hepsini aktarıyorsunuz evin şu koca hortumlu hafızasına. Geçmişi veriyorsunuz onun eline. Ne için? Rüya odası denilen şu odalara girip uyuduğunuzda size istediğiniz rüyayı sunması için. Günlerce, haftalarca gözlüyor ev sizi, alışkanlıklarınızı, sevdiğiniz şeyleri kavrıyor ve en hoşunuza gidecekleri rüyanızda önünüze sunuyor. Bizlerin basitçe yatak odası deyip geçtiğimiz odayı reseptörlerle, ışınlarla, elektromanyetik dalgalarla doldurmuşlar ve uykuya daldığınız anda rüyanızı çizdiğiniz senaryoya göre şekillendiriyorlar. Ne anlıyorsunuz bundan?”

“Ne mi anlıyoruz? Gerçek hayatta bulamadığımız mutluluğu orada buluyoruz. Öylesine gerçek ki… Daha dün gece oğlumla konuşuyordum.”

“Oğlun yok senin.”

Hiddetle ayağa kalktı. Kendine zorlukla hâkim oluyordu.

“Söylediklerine dikkat et.”

Arkadaşı başını aşağıya eğdi ve hüzünlü bir sesle devam etti:

“Oğlun öldü senin.”

“Sus.”

“Oğlun ve karın… İkisi de öldü seneler evvel. Rüyanda onları görmen onları gerçek kılm...”

Sert bir yumruk yedi cümlesini tamamlayamadan. Yere kapaklandı. İçinde bir şeylere sinirleniyordu. Engel olamadığı şu “gelişim” adını verdikleri şeye karşı öfke duyuyordu. İnsanları gerçeklikten uzaklaştırıyordu çünkü bu. Daha mutlu kılabiliyordu insanları, ama gerek var mıydı bu kadarına? İnsanlar biraz da acı çekmeli değiller miydi? Kendi başlarına toparlanmaları gerekmez miydi?  Tüm ailesini bir trafik kazasında kaybeden birine sadece zihninin içinde yaşayabildiği bir aile ve ev vermek ne kadar doğruydu? İnsanların acılarını kendi pazarlarında meta haline getirmiyor muydu onlar bu şekilde? Kimler diye düşündü. Kimler? Bir cevabı bile yoktu aslında bunun. Gelişen teknolojinin en çetrefilli yanı da buydu zaten: İyi ve kötü olan her amaç birbirine karışmıştı çoktan ve bu şekilde gelişimini sürdürmeye devam ediyordu. Artık bunun önüne geçmenin bir yolu kalmamıştı. Basit ve ilkel insanlar olarak varlığımızı sürdüremeyeceğiz. Daha da acısı, basit ve ilkel olmanın kötü bir şey olduğuna inanmaya başlayacağız. Hepimiz bu yönde düşüncelere sahip olacağız. Peki ya sonra ne olacak? Daha ne kadar gelişeceğiz? İnsanlığa dair olan her vasat huyu, isteği, alışkanlığı, duyguyu değiştirecek miyiz? Her seferinde onlara daha kolayını sunarak, onları daha hoşnut ederek neyi elde etmiş olacağız?

Attığı yumruktan dolayı pişman olmuştu. Kendini kanepeye bıraktı. Gözlerinden ağır ağır yaşlar akıyordu. Arkadaşı yerden yavaşça kalktı. Gelip yanına oturdu. Ne çok şey geçti aklından. Ne diyebilirdi ki? İnsanların kendilerini kandırma hakkı yok muydu? Sürmek istediği yaşama erişemeyenlerin yapay da olsa kendileri için bir dünya kurması o kadar mı kötü bir şeydi? Bir eve bizi biz yapan her bilgiyi sunmamız karşılığında, bizi anlayan odaların ve duvarların olması çok mu adaletsiz bir anlaşmaydı? Şu rüya odaları olmasa tekrar nasıl toparlanacaktı o? İntiharın eşiğinden dönmemiş miydi? Hayata tutunmamış mıydı? Yetmez mi bu kadarı bile!

“Ben de biliyorum.”

“Anlamadım?”

“Ben de biliyorum oğlumun öldüğünü.”

“Üzgünüm, öyle demek istememiştim.

“Hayır, hayır, haklısın belki de. Kaç yıldır oğlumun mezarına bile gitmedim. Karımın da tabii. Biliyor musun niye? Büyü bozulmasın diye. Rüyalarıma girmelerinden korktum. Her şeyi bozmalarından korktum. Mezarlarını görürsem, suçluluk hissi yaşayacağımdan korktum. O evin ve odanın beni kurtaramayacağından korktum. Gerçeği hatırlamaktan korktum. Ama bir görsen… Öyle gerçek ki!”

Evden ayrıldığında sıkıca sarıldılar birbirlerine. Söyleyecek çok şeyleri vardı ve söyleyecek hiçbir şeyleri yoktu. Garip bir durumdu. Tekrar görüşüp görüşmeyeceklerini kestiremediler bile. Olsun. O gece ve diğer geceler ikisi de uyuyacaktı nasılsa. Her ikisi de kendi haklılığının rüyasını görecekti. Her ikisi de kendi gerçekliğinin altında ezilecekti. Belki birbirlerini anlamaktan bile uzaklaşacaklardı; farklı gerçekliklere tutunmalarının bedelini bu şekilde ödeyeceklerdi. Kim bilir, insan olmanın bir zorluğu da budur!

Eve girdiği anda neşeli müzikler çalmaya, eğlenceli programlar açılmaya başladı. Ev, hüznü kestirmişti. Gülümsedi. Yorgundu, uğraşamazdı bu kadar şamatayla. Bir parça bir şeyler atıştırdıktan sonra rüya odasına geçti. Uyumaya hazırlandı. Arkadaşını düşündü. Neden yalnızdı? Basit bir hikâye: Sevdiği kadın onu terk etmişti. O da bir daha başka biriyle olmamıştı. Oysa isteseydi rüyalarında sevdiği kadınla birlikte olabilirdi. Acı çekmenin ne gereği vardı? Böylesi bir yalnızlığın ne gereği vardı? Yatağa uzandığında, kendisinin de aslında yalnız olduğunu düşündü. Ama uyuyunca geçecek bir yalnızlıktı bu. Gerçek bir rüya! İşte satın aldığı buydu. Herkesin satın aldığı buydu. Evlerin satılmazken satılmasının sebebi buydu. Dâhiyane bir buluş ve basit bir ticari hamle…

Gözlerini yumdu. Biraz duraksadı. Yavaş yavaş yüzüne bir gülümseme yayıldı: “Rüya modunu kapat.” Odanın garip garip yanıp sönen ışıkları kapandı birden. Yıllardır alışık olmadığı bir karanlık kapladı yatak odasını. Evet, artık sadece bir “yatak odası” olmuştu bu oda. Ne görecekti bu gece rüyasında? Ne görebilirdi en fazla? Bunları düşünürken rüyaya daldı.

Sabah alarm çaldı. Uyanmadı. Buna gerek duymadı.

- o -

Dipnot: Bu öykü ile geçen yıl Ya Sonra Öykü Yarışması'na katılmıştım; öyküm bana birincilik getirmeyi başaramadı, ama yine de öykü seçkisine girmemi sağladı ve Ya Sonra - 17 Gelecek Öyküsü adlı kitapta yayımlandı.

Bu, yayımlanan ikinci öyküm. Bundan evvel gene bir öykü seçkisinde yer alan başka bir öyküme ise şuradan ulaşabilirsiniz.

İşler yolunda giderse gene bir öykü seçkisinde başka bir öyküm yayımlanacak, ancak onunla ilgili ben de fazla bir şey bilmiyorum. Zaten ne geliyorsa başıma yazdıklarımın peşinden koşmamamdan geliyor. Her neyse, olur da bir yerlerde öyküm yayınlanır da bana haber gelirse ben de bir şekilde bunu kamuya açık bir mecraya koyarım.

0 yorum var:

Yorum Gönder

 
Sağlıcakla kalmanızı dilerim.