“Herkes bir paravanın ardına gizlenir.
Kendi kurar onu. Kendi kalır orada.
Ne kadar gerçek sanırsa paravanın gerisini,
O kadar yok olup gider gerçek koca dünya.”
Hava olması gerektiğinden daha soğuk değildi ve sokaklar gecenin herhangi bir yarısı olduğunu belli edecek kadar boştu. Ağır adımlarla yürüyen Cemil ve Orhan, siyah paltoları ve kambur duruşlarıyla uzaktan bakınca ayırt edilemiyordu. Hayatları boyunca birbirlerinden istemsizce de olsa farklı olmak için çırpınan bu iki adam, gerçeğin ezici gücüne yenik düşmüşlerdi. İnsanlar istediği kadar eğip bükmeye çalışsın değerleri ve olguları, gerçek eninde sonunda kendini gösterir ve kabul ettirir. Gerçeğe en fazla karşı çıkan ve muzaffer bir komutan edasıyla hayatını sürdürenler bile gerçeğin karşısında çaresizlerdir kendileri olma konusunda. Cemil ve Orhan da bunu anlamışlardı. Şimdi yapılması gereken şey onlar için çok basitti: En yakın çocuk parkına ulaşmak ve gökyüzünün ince ince bahşettiği karla ıslanmış toprağa uzanmak.
Bu sefer şaşılacak derecede şanslı olan Cemil ve Orhan hem istedikleri parkı bulmuş hem de ıslanmış toprağa uzanabilmişlerdi, bir de parkı aydınlatması gereken lambanın bozuk oluşu vardı ki, en çok buna sevinmişlerdi. Birbirlerinin yüzünü görmek istemediklerini biliyorlardı. Bu isteğin bir paravan olup olmadığı ise umurlarında değildi. Birkaç dakikalık sessizliğin ardından Cemil belirsiz bir şeyler mırıldandı. Saçma buldu söylediğini. Zamanı geriye alıp heybetli bir tiratla şansını yeniden deneyemeyeceğini öğrenmişti, susup yenilgiyi kabul edecek biri de değildi. Hafif bir öksürükle suçu biyolojiye atmaya çalıştı. Bu sefer daha tok bir sesle devam etti:
"Biliyorsun Orhan, aylarca düşündük bunu. Kolay değildi. Yani şu an içinde bulunduğumuz durumun elle tutulur bir yanı yok. Ama ikimiz de biliyoruz ki her şey eşit derecede anlamsız. Kişiliklerimiz bu anlamsızlıktan kaçma yoludur sadece. Şunu asla aklından çıkarma, acıyı sonlandırmak kötü değildir."
Cemil konuşmasının sonuna doğru üzgün bir sese bürünmüş olmanın suçunu yine öksürükle açıklamaya çalıştı. Sanki boğazında bir sorun olmasa, hava soğuk olmasa, toprak ıslak olmasa çok daha iyi bir konuşma yapabilecekmiş ama şartlar asla elvermemiş gibi davranmayı seçti. Hayatı boyunca böyle yapmaya alışmıştı. Mutlaka bir suçlu vardır; ancak o suçlu, kendisi değildir; geri kalan her şeydir. Aksinin rahatlıkla ispatlanabileceğini bildiği için tartışmaya açmazdı bu konuyu. Belli bir suçlamanın ardından konuyu değiştirerek herkesi kandırdığını zannederdi.
Orhan parka geldiklerinden beri tek kelime etmemişti. Cemil'in konuşmayı bırakması sessizliği çekilmez kıldı. Oysa Cemil'den önce de sessizlik vardı ama rahatsız edici değildi. Orhan bir an bunun üzerine düşündü: Mutluluk ve mutsuzluk bir kıyas sorunudur. İki zıt kavrama gerek yoktur, yani iyiliğin anlaşılması için kötülüğe gerek yoktur. Sadece iyiliğin hüküm sürdüğü yerde bile daha iyi her zaman bulunur. Aynısı kötülük için de geçerlidir. İnsanların hatası derecelendirmeyi külfet olarak görmesidir. Beyazı anlamak için siyaha gerek yoktur; gri çok daha fazla şey anlatır bizlere. Ve şimdi bu sessizlik de aynı durumun özetinden başka nedir ki?
Cemil uzandığı topraktan doğruldu. Orhan'a bakmak istiyor ama bundan emin olamıyordu. Yapılacak bir iş daha vardı. Bağdaş kurdu ve bu sefer kafasındakileri daha iyi toparladığına karar vererek tekrar sessizliği hiçe saydı:
"Biliyor musun, benim annem çok temiz kadındı. Babamın öldüğü gün bile evi temizliyordu. Gerçi o an üzüntüyle yapıyordu bunu, temizlikle ilgili değildi, ama temizlik bir kaçış yoluydu onun için. Küçük insanların küçük görevleri vardır. Bu görevlerin hiçbir değeri olmadığı düşünülebilir. Sonuçta temiz bir ev dünyayı değiştirmez, değil mi? Annem de kuşkusuz bunun farkındaydı. Yıllarca aynı savaşı sürdürmesinin başka açıklaması olabilir mi? Savaşlar her zaman edilmemiş itiraflarca sürdürülür. Bu bir suçlama oyunudur. Annem de belli ki kirliliği suçluyordu. Yaptığı temizlik dünyayı kurtarmasa da, temizlikten vazgeçmesi demek suçlayacak kimsenin kalmaması demekti. Korkunçtur bu. İnsan suçlayacak kimseyi bulamadığı zaman artık kimseye de ihtiyaç duymamaya başlar. Düşün bir, insanları önemseyip de birilerini suçlamayan kimse gördün mü hiç? Göremezsin, çünkü başka insanların varlığını ancak suçlayarak kanıtlayabiliriz kendimize. Tabii ki küçük insanlar böyle düşünmezler, ancak böyle düşünmek de beni büyük bir insan yapmıyor; nasıl ki suçlanmak seni de gerçek kılmadığı gibi."
Cemil bir an durdu. Orhan'ın yüzüne bakmak istedi. Uyuyor bile olabilirdi. Bir an içinden gerçekten uyuyor olmasını diledi. Bu, birçok sorunu çözerdi. Gözlerini yavaşça sağ tarafında uzanan Orhan'a çevirdi ve ellerini başının altında birleştirmiş olan Orhan'ın çok dikkatli bir şekilde gökyüzüne baktığını gördü. Park karanlıktı, belki de yanlış görmüştü. Önemsemedi bunu Cemil. Bu durumda pek de bir anlamı olmadığını kavradı küçük ayrıntıların. Üşümüş gibi ellerini birleştirip bir iki defa avucunun içine üfledi ve böylece kesilen konuşmasının sebebini karşı tarafa aktardığına kanaat getirerek konuşmasına devam etti:
"Küçükken annemin temizliklerinden sıkılırdım. Bu kadar temiz olmasının saçma olduğunu söylerdim. Yıllarca sadece o ve ben yaşadığımız için şikayet için dahi olsa benim konuşmam onun mutlu ederdi. Evde sesin yankılanması ve bunun mekanik bir aletten gelmemesi çok önemlidir o evin eninde sonunda kendisi için geniş çaplı bir tabut olduğunun farkında olan insanlar için. Annem belki de kimi zaman sırf şikayet edeyim diye temizlik yapıyordu, kim bilir. Gerçekten rahatsız olup olmadığımı asla kestiremedim. Sonra seninle şu diploma denen kartonları almak için yıllarca boynumuza taktığımız tasmayla otorite yalakalığına başladık. Hayatımın en acıklı dönemidir. İtaatkar köleler olduğumuzu tasdik etmesi için yıllarca devlete yalvardık. Sanırım en büyük pişmanlığım bu. Üniversite bitinceye kadar fark etmedim, ta ki yeniden annemle birlikte yaşamaya başlayıncaya dek hiçbir şey fark etmedim. Annemdi işte, temizlik yapıyordu yine. Ama hayır Orhan, korkunç bir şeyi fark ettim. Keşke çok ama çok aptal olsaydım ya da gerçekten kötü biri olsaydım. Böyle bir şeyi fark etmek hayatımda asla yaşamadığım bir burukluğu saldı yüreğimin orta yerine. Babamın cenazesinde bile bir umut ışığı vardı içimde, bu kadar karanlığın içine gömülmemiştim. Gerçek bu kadar fazla hırpalamamıştı beni: Annem odamı temizledi ve çıktı odamdan. Oysa temizlenmemişti oda. Hala da kirliydi, saç telleri vardı yerde duran, köşelere birikmiş toz parçacıkları duruyordu. Annem artık temizleyemiyordu odayı, görmüyordu gözleri kirli kalan yerleri, yetmiyordu gücü yeteri kadar eğik kalması için, yerin gerçekten temiz olup olmadığını anlayamıyordu. Hala da tüm onuruyla mücadele ederken olanca hızıyla kaybediyordu savaşı. Fark etmiyordu, belki de ediyordu, temizlikten hemen sonra yerde duran pislik canını sıkıyordu belki de. Biliyorum, büyütülecek bir şey yokmuş gibiydi ama hayır Orhan, hayır, annem yaşlanmıştı ve ben fark etmemiştim. Yıllarca gözümün önünde yaşlandı durdu ve hayatının tek savaşını rezil bir şekilde kaybetmek üzereydi. Tanrının yokluğunu kötülük problemine bağlayan şu adi filozofları bilirsin; kötülükle ilgisi yok bunun, acıyla ilgisi var. Tanrının kimseye acı çektirmeye hakkı yok, anlıyor musun, sessizce tek derdi yaşamak olan anneme acı çektirmeye hakkı yok. Onu, hayatındaki tek asil savaşta pislik dolu bir yenilgiye sürüklemeye hakkı yok. Tanrının gerçekten var olması ve beni bunun için cezalandıracak olması umrumda bile değil."
Cemil'in sesi titremişti. Önce öksürük sonra esneme silahlarına başvurdu. Üzgün olduğunu hissediyordu her hücresinin. Annesi tüm iyi niyetiyle sürdürürken temizliğini, başaramıyordu bir türlü istediğini gerçekleştirmeyi ve bu, Cemil'in yüreğini sızlatıyordu. Yaşlılığı ve ölümü insanın içinde hissetmesi ve bu hissin kaynağının sevdiği biri olması insanın taşıyabileceği gerçeklerden çok daha fazlasını içeriyordu. Bu yüzden Cemil aylar önce kararını vermişti; önce annesini acı çekmeyeceği bir şekilde öldürecekti, sonra da kendisini öldürecekti. Orhan'a bunu anlattığında Orhan ilk önce istemsizce sırıtmıştı. Cemil'in ciddi olduğunu anlayınca buna hakkı olmadığını kusursuz bir şekilde anlatmıştı. Cemil de kabul etmişti, ama bunun yapacağı şeyi değiştirmeyeceğini büyük bir kararlılıkla söylemişti. Orhan sinirlenmiş, uzun uzun konuşmuş, hatta hiç huyu olmamasına rağmen saçmalamış, polise giderek şikayette bulunacağı yönünde tehditler savurmuş ve en sonunda gerçeği kabullenmişti. Orhan Cemil'den iki yaş büyüktü. Küçükken bu fark çok önemliyken büyüdükçe anlamını yitirmiş ve körelmiş bir organa dönmüştü. Cemil'in annesi herhangi bir arkadaş annesinden çok daha fazla yakın değildi Orhan'a. Yine de bunun bir parçası oldukça, Cemil'in annesi ve kendisi için nasıl ölümler tasarlamasını dinledikçe, Cemil'in annesine yakınlık duymaya başladı. Hala da herhangi bir insandı Cemil'in annesi ama yine de Cemil'in ölümünden daha değerli görünüyordu onun ölümü. Orhan kendisi için de intiharı zaman zaman düşündüğü için Cemil'i anlayabiliyordu. Elbette ilk zamanlar bu intihardan da vazgeçirmeye çalıştı Cemil'i, ancak Cemil çok açık bir şekilde annesini öldürecekse bu intiharı da gerçekleştirmek zorunda olduğunu anlatmıştı: Şayet annesini öldürürse ve yaşamaya devam ederse, hayatının geri kalanını hapiste geçirme sıkıntısı bir yana, bir gün yanıldığını anlamaktan korkacağını düşünüyordu Cemil. Şu an için mantıksız hiçbir şey görmüyordu yıllarca acı çekmiş ve gitgide çöken annesini ve hemen sonra kendisini öldürmekte; peki ya kendini öldürmezse ve annesini öldürmesinin yanlış olduğu fikrine kapılırsa? Artık o zaman intiharın bile hıncını alması için yeterli olmayacağını biliyordu.
Cemil tekrar toprağa uzandı. Orhan derin bir nefes aldı, bu sefer o doğruldu. Dudaklarını sıkı sıkı birleştirmişti, sanki sözcüklerin ağzından kaçmasından korkuyordu. Bir süre sessizliğe doğru kulak kabarttı, sessizlik ne huzur veriyordu ne de rahatsız ediyordu. Orhan'ın bir parçası olmuştu sessizlik. Nasıl ki insan en kolay kendine dair olanı unutuyorsa, Orhan da aynı şekilde sessizliği unutmuştu; önünde durmasına ve hatırlamaya çalışmasına rağmen… Diliyle dudaklarını ıslatarak kelimelere kaçış iznini verdiğini belli etmek istedi. Gerçi karanlıktı, Cemil bu izni gördü mü, kestiremedi. Dudaklarını büzüştürüp öne uzatarak sıcak bir nefes verdi dışarıya. Ağzından çıkan bu dumanı Cemil mutlaka görmüştü. Bir trenin bacasından çıkan veya haberleşen iki yerlinin dumanı gibiydi. Devrim gerçekleştirmiş bir buharı andırmasını istiyordu Orhan, çünkü başka çaresi kalmamıştı. Sessizliği hatırlatan bir yutkunmanın ardından Orhan kelimelerin ve cümlelerin buharı takip etmesine izin verdi:
"Ben hiç anne ve babamı tanımadım. Küçükken öldü dediler. Beni büyüten akrabalarımı biliyorsun, kötü insanlar değildi ama her zaman hissediyordum bir ailemin olmadığını. Kaldığım bir yerdi sadece onların evi, daha ötesi değil. Yan odamda namluyu şakağına dayayıp kısacık bir notla intihar etmedi benim babam. O notta "Başaramadım." yazmadı. Annem odadaki kanı cenaze günü temizlemeye kalkışmadı. Ve bir ömür boyu sürecek temizliğe kırışıklık dolu bir yüzle yenik düşmedi. Seni anlamıyorum belki. Tüm bunlar senin başına geldi. Anne ve babasını tanımayan biri, çoğu duyguyu yalnızca kestirebilir, ama asla nokta atışı yapamaz. Kimi gerzeklere özgürlükmüş gibi gelebilir bu, belki de gerçekten öyledir, ama ben özgür değilim, en azından ben asla özgür olmadım. Yıkılmış tabularla veya geleneksel değerlerle ilgili bir şey değil bahsettiğim; siyasi güçlerin veya ekonominin mücadelesi değil; kültürün veya çağların yansıması değil; insanlığın tezahüründen bahsediyorum ben: Ait olmak. Bizler, yani insanlar, özgür olmayı asla istemedik. Tanrı bu ilkel istemsizliğin ilk yansımasıdır. Tanrıya ait olmak istedik; mükemmel ve kusursuz bir tanrıya emanet ettik aidiyetimizi. Korkuyla veya onlarca diyalektik süreçle açıklanabilir bu, oysa işin özü ait olmakla ilgilidir. Özgürlük de bu ait olmaya dayalıdır. İnsan ailesine değilse bile, sevdiği birine ait olmak ister; sevdiği yoksa en mantıklısından en mantıksızına kadar her türlü fikre ait olunacak bir şeymiş gibi bakar. Ben de aidim... Hiçliğe. Evet, hiçliğe aidim."
Orhan durakladı. Beklenmedik şekilde hızla ayağa kalktı, paltosunun arkasına yapışmış toprağı ve pisliği eliyle çırparak silkeledi. Cemil bu kadar ani olmasını beklemiyordu. Şaşırdı, ama bu esnada da ayağa kalktı. Cemil'in evine gitme zamanı gelmişti. İkisi de tekrar geldikleri yöne doğru yürümeye başladılar. Cemil'in annesinin ölüp ölmediğine bakacaklardı. Cemil uzun süre düşündükten sonra annesini zehirle öldürmeye karar vermişti. Bu zehri ise Orhan tedarik etmişti. Akşam uyumadan önce bitki çayına birkaç damla damlatmıştı Cemil zehri. Zaten daha önce iki defa önemsiz de olsa kalp krizi geçiren annesi, bu zehrin etkisiyle muhtemelen ölecekti. Şimdiyse eve doğru yürüyorlardı ve bu cinayet sorunsuz bir şekilde başarıya ulaşmışsa Cemil de annesinin yanına uzanarak o zehirle hayatına son verecekti.
Yaklaşık onbeş dakika sonra eve ulaştıklarında önce kapının önünde durdu Cemil. Elindeki anahtara baktı bir süre. Orhan ellerini cebine sokmuş apartmanın ışığının kaç saniyede söndüğünü sayarak içinde bulundukları durumdan kaçmaya çalışıyordu. Cemil bir an arkasındaki Orhan'a doğru çevirdi kafasını, sanki kapıyı açması için onay almaya çalışıyordu. Tam Orhan'ın gözlerini görecekken apartmanın ışığı söndü. Orhan ışığı tekrar açmak için düğmeye uzandığı sırada Cemil de anahtarı deliğe soktu ve iki defa çevirerek kilidi açtı. İlk defa kendisini kötü hissetti, çünkü annesi yardım için kapıya yönelirse açamasın diye dışarıdan kilitlemişti kapıyı ve evdeki tüm anahtarları da almıştı. O an için mantıklı duran bu hamle şu an için zalimce göründü. Cemil korktuğunun başına geleceği düşüncesiyle ürperdi: Bu kadar erken pişman olma fikri Cemil'i o kadar kızdırdı ki, Orhan'a yersiz bir şekilde elini çabuk tut diye diş gıcırdattı.
İçeriye girdiklerinde ses yoktu ve her yer karanlıktı. Kısık bir sesle anne diye seslendi bir iki defa Cemil. Ancak suçlu birinin sesiymiş gibiydi bu. Yine sinirlendi ve öksürüğe sarıldı. Orhan sesini çıkarmıyor, bekliyordu. Cemil bu bekleyişlerin manasız olduğuna karar vererek hışımla yatak odasına girdi. Annesi yataktaydı. Nefes alıp almadığını kontrol etmek için yanına gitti. Önce karnına baktı ama odanın ışıklarını açmadığı için tam kestiremedi karnının oynayıp oynamadığını. Sonra yatağın yanına geçti ve eğildi, nefes alışlarını duymaya çalıştı. İyice terlemişti Cemil, hiddetle üstündeki paltoyu çıkarıp bir kenara fırlattı ve elini annesinin şah damarına götürdü. On saniye sonra Cemil'in gözünden o gecenin ilk yaş damlası döküldü. Dizlerinin üstüne çöktü, ikinci damlanın düşmesiyle birlikte annesine sarıldı ve hayatında hiç ağlamadığı kadar ağladı Cemil.
Orhan, Cemil'in biraz önce yere attığı paltoyu aldı ve kendi cebinden çıkardığı bir zarfı komidinin üzerine bıraktı. Holdeki vestiyere doğru yürürken yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Yirmi yıllık arkadaşının ağlarken çıkardığı inleme tüm evi hapsediyordu, Orhan ise vestiyere paltoyu asmakla uğraşıyordu. Paltoyu asmayı başardıktan sonra bir anlığına duraksadı, Cemil'in ağlamasını dinledi. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Evin sokak kapısını yavaşça çekti ve apartmanın ışığını yaktı. Biliyordu, tam tamına kırkbeş saniye yanacaktı bu ışık. Hızlı adımlarla merdivenleri indi, kendini sokağa attı. Hem gülüyor hem ağlıyordu. Bir şekilde yapması gerektiğinin bu olduğunu biliyordu. Paravanlar umrunda değildi; tanrı dahil tüm filozofları meşgul eden iyilik sorunuyla ilgilenmiyordu. Orhan için sadece hiçlik vardı. Var olmak, hiçliğin bir başka biçimidir. Bir hiçlikten, yani yaşamdan, diğer hiçliğe, yani ölüme geçmek hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. İntihar geçici bir çözümdür. Bunun ilahilikle ya da maddesellikle bir ilgisi yoktur. Gerçek baskıcıdır, yıkıcıdır, eninde sonunda insanı ezip geçecek muazzam gücüyle pervasızdır. İnsanların ne kadar yanlış olduğuyla, ne kadar saptığıyla ilgilenmez. Canı istediği an ortaya çıkar ve ben buradayım diye haykırır. Gözlerini kaçırma şansı yoktur artık insanoğlunun. Bu çaresizlik tek lüksümüzdür.
Kafasında bunun gibi onlarca düşünceyle evine doğru gitti Orhan. Çoktan topladığı çantasını aldı ve artık ne olacağını öğrenmek istemediği Cemil ve annesinden uzaklaşma isteğiyle kasıp kavrulurken aldığı biletiyle yeni bir şehirde yeni yaşamına doğru sürüklenmenin ilk ciddi hamlesini yaptı: Evin anahtarını almadı. Herhangi bir huzursuzluk sezmedi içinde. İster küçük insan isterse de büyük insan olsun, Orhan yapması gerektiği görevi yaptığına inanıyordu; Cemil ve annesinin hayatını kurtarmıştı. Aylarca uğraşmıştı Cemil'in zehri seçmesi için. Cemil'in zehir ile annesini öldürme isteği bir paravandı, hem de Orhan tarafından kurulan. Silahın sesinden, bıçağın soğukluğundan, kanın kokusundan bahsetti günlerce Orhan; Cemil'in zehirden başka çaresi kalmayıncaya dek konuştu, hem de bu plan hakkında olmayan çılgınca ve aptalca şeyler hakkında konuştu. Hiç istememesine rağmen saçmaladı ve nihayet bir gün Cemil “Zehir!” dedi. En uygununun zehir olduğuna karar verdi Cemil; kendi isteği sandı bunu. Yanıldı. Orhan o an kazandı savaşı. Bitmişti artık Orhan'ın savaşı, geri kalan teferruatla uğraşmaktı. Biliyordu Cemil'in zehri bulamayacağını ve baştan beri hiçbir şeye yardım etmeyen Orhan'ın bir yardım borcu olduğunu düşüneceğini. Zorla da olsa zehri getirmeyi kabul etti, ya da en azından Orhan zorlaymış gibi görünmesini istedi. Oysa Cemil'in, annesinin nefes aldığını anladığı an belki de fark ettiği gibi sadece uyku ilacıydı Orhan'ın getirdiği. Bir cinayet ve bir intiharı önlemek bu kadar kolaydı işte. Orhan mutluydu ve artık gitmeliydi. Kalırsa Cemil'in tekrar tüm bu olanları hatırlayacağını biliyordu. Ölmeliydi Orhan, kendini öldürmeliydi, ve bu ölüm yolunu kendisi seçti: Gitmeyi seçti. Giderek yok olmayı seçti. Kendini öldürmeden, Cemil’in hayatından çıkmayı, her şeyi geride bırakmayı, bilmediği bir yaşama başlayarak kendisini hiçliğin kollarına atmayı seçti. Çünkü ancak böyle durdurabilirdi Cemil'i.
Cemil'in ağlaması durmuş ve on dakika boyunca annesine sarılı bir şekilde kalmıştı. İçine dolan şey mutluluktu. Çünkü parkta toprağa uzandıktan sonra ağzından ilk çıkan kelimeyle tüm bedenini pişmanlık sarmıştı. Farkındaydı bunun, ama reddetmeye uğraşmıştı. Oysa artık bu oyunların hiçbirine gerek kalmamıştı, çünkü annesi yaşıyordu ve yapmak istediği şeyin mükemmel olmadığını kavramaya başlıyordu. Orhan'a karşı kin beslemesi gerektiğini biliyordu. Böyle öğretmişti kendi kendine, yıllarca böyle düşünmüştü kendisi hakkında. Yanılmıştı belli ki. Hemen herkes gibi kendisi hakkında yanılmıştı. Ağır hareketlerle ayağa kalktı ve çevresine bakındı. Orhan'ın komidinin üzerine bıraktığı zarfı gördü. Açtı. İçinden tek bir sayfa çıktı ve sayfanın ortasında şöyle yazılmıştı: "Başaramadım."
Ümid Gurbanov
0 yorum var:
Yorum Gönder