Neden kendi içimize kapanıp kalamıyoruz? Neden bir şeyleri ifade etmenin ve şekle sokmanın peşinde koşup duruyor, içimizdeki o değerli muhtevayı ya da “anlamı” açığa vurmak için çabalıyor, en nihayetinde dik başlı ve kaotik olmaktan öte gitmeyen bir süreci umutsuzluk içinde düzene sokmaya çalışıyoruz? İçsel akışımıza onu hiç somutlaştırmaya çalışmadan olduğu gibi boyun eğmemiz, içimizdeki hengâmeyi ve mücadeleyi samimiyetle ve istekle kabullenmemiz daha yapıcı olmaz mıydı? Böylece içimizde dallanıp budaklanan tüm o ruhani deneyimi çok daha şiddetle hissederdik. Her türden iç görü, bereketli bir coşkuyla birbirine karışır ve gelişirdi. Gerçeklik algısı ile ruhani öz tıpkı bir dalganın yükselişi ya da notaların bir araya gelerek melodiyi oluşturması gibi doğmuş olurdu. Birinin kendi gururuyla değil de kendi yüceliğiyle dolup taşması, içsel sonsuzluk hissiyle acı çekmesi, canlılıktan ölecekmiş gibi şiddetle yaşadığı anlamına gelir. Haykırışlarla bir hayatı dibine kadar yaşama duygusu çok nadir görülür ve çok gariptir. Canlılıktan ölebilirmişim gibi hissediyorum ve kendime buna bir açıklama bulmama gerek var mı diye soruyorum. Tüm manevi geçmişin dayanılmaz bir gerilimle içini titrettiğinde, mevcudiyetini baştan ayağa hissedişin gömülü deneyimlerini gün yüzüne çıkardığında ve olağan düzenini yitirdiğinde, yaşamın doruklarından ölümün kucağına düşersin – üstelik her daim ölüme eşlik eden o korku hissi olmadan. Bu, mutluluğun doruklarında dolaşan sevgililerin sarsılmaz aşklarının üzerine ölümün ya da ihanetin gölgesinin düştüğü zamanki o hisse çok benzer.
Çok az kişi bu türden tecrübelere sonuna dek göğüs gerebilir. Dışa vurulması gereken bazı şeyleri bastırmakta ve patlayıcı gücü hapsetmekte daima ciddi bir tehlike vardır, çünkü kişinin böyle ezici bir gücü dizginleyemeyeceği bir an gelir. Ve böylece haddini aşan doygunluk bir düşüş başlatır. Katlanılması mümkün olmayan tecrübeler ve saplantılar vardır. Kurtuluş, bunları itiraf etmekte yatar. Ölüme tanık olmanın dehşeti zihinde dönüp durdukça bir felakete dönüşür. Ölümden bahsederseniz bir parçanızı bundan kurtarmış olursunuz. Ancak bununla birlikte gerçek benliğinizin bir parçası da ölüp gider, çünkü kavramları dışa vurmak, onların zihindeki gerçekliğini yitirmesi anlamına gelir. İşte bu yüzden lirizm, öznelliğin parçalanışının bir göstergesidir; lirizmde daima ifade edilmeye ihtiyaç duyan ve sınırlanamayan bireysel ruhani bir coşku bulunur. Lirik olmak demek, kendi içinde kapanıp kalamayacağın anlamına gelir. Liriklerde dışa vurma ihtiyacı daha yoğundur. Dahası, lirizm içselleştirilmiştir; derinde ve köklüdür. Acı çeken veya seven insan neden lirik olur? Çünkü bu hisler, doğada aksi geçerli olmasına rağmen, varlığımızın en derin ve sahici kısmından, tıpkı ışınım bölgesinde olduğu gibi öznelliğin en önemli merkezinden doğar. Yaşamın nabzı güçlendiğinde ve yaşanmışlıklar insanın kişiliğine dair her türlü anlamı bir araya getirecek denli yoğunlaştığında insan lirik olmaya başlar.
İçimizdeki eşsiz ve özel olan şeyin, bireysel olanı evrensel olandan üstte kıldığı zamanla anlaşıldı. En derin öznel deneyimler aynı zamanda en evrensel olanlardır, çünkü onlar vasıtasıyla kişi hayatın gerçek özüne ulaşır. Sahici bir içselleştirme, dışarıda kalanların ulaşamayacağı bir evrensellik sunar. Evrenselliğin bayağı yorumu, buna nitel zenginleşme yerine nicel gelişme fenomeni demeyi yeğliyor. Böyle bir yorum, lirizmi alakasız ve değersiz bir fenomen ve ruhani uyumsuzluğun ürünü olarak görerek öznelliğin lirik kaynaklarının dikkate değer bir tazelik ve derinlik sunduğunu gözden kaçırıyor.
Yalnızca yaşamlarının mühim anlarında lirik olan insanlar vardır; kimileri sadece can çekişirken, geçmişleri aniden karşılarına çıkıp bir çağlayanın olanca kuvvetiyle onlara vurduğunda lirik olurlar. Çoğuysa içlerindeki karmaşayı bir krize döndüren ciddi bir deneyimin ardından lirik olur. Böyle insanlar çoğunlukla nesnellik ve gayri şahsilik taraftarılardır, hem kendilerine hem gerçekliğe yabancılardır. Bir kere aşkın tutsağı haline geldiler mi, tüm şahsi kaynaklarını ortaya çıkaran duyguları deneyimlemeye başlarlar. Âşık olan hemen herkesin şiir yazdığı gerçeği kavramsal düşüncenin içsel sonsuzluğu ifade etmek için çok yetersiz olduğunu kanıtlıyor. İçsel lirizm, makul bir anlatımı yalnızca değişken ve mantık dışı olanda buluyor. Izdırap içinde olmak da benzer bir durumdur. Kendinde ve dünyada gizliden gizliye ne barındığını asla düşünmemişsindir; ölümün sadece bir derece altında bulunan ızdırap duygusu seni ansızın kıskıvrak yakaladığında ve öznelliğini girdaba savurduğu sonsuz bir karmaşaya sürüklediğinde nesnelerle sınırlı bir alanda rahat bir şekilde yaşıyordun. Izdırap yüzünden lirik olmak, yaralarını göstermeksizin içsel saflığı elde ettiğin ve öz cevherini keşfetmeye başladığın anlamına gelir. Izdıraptan doğan lirizm, etin, kanın ve sinirlerin bir şarkısıdır.
Hakiki bir ızdırap hastalıkla başlar. Hemen her hastalığın lirik değerleri vardır. Yalnızca kepaze bir duyarsızlık içinde umursamazca bir yaşam sürenler hasta olduklarında bile kendilerinden uzakta kalmayı becerirler ve böylece hastalığın insanın kişiliğinde doğurduğu gerçeği gözden kaçırırlar. Tamamen bedensel bir ızdıraba bürünmedikçe lirik olunmaz. Tesadüfen meydana gelen lirizmin dış etkenlerden doğan kendi kaynağı vardır; bir kere yitip gitti mi onlar, içteki haberci de kaybolur.
İnsanın içinde bir parça delilik olmaksızın özgün bir lirizm de söz konusu olmaz. Her akıl hastalığının tüm bilindik engelleri ve sınırları yok eden, olabilecek en bereketli ve yaratıcı içsel sarhoşluğa yol açan lirik bir evreyle başlaması dikkate değerdir. Bu, akıl hastalıklarının ilk evresindeki şiirsel üretkenliği de açıklar. Sonuç olarak delilik, bir çeşit lirizm krizi olarak görülebilir. Bu nedenle deliliğe değil, lirizme övgüler dizmeliyiz. Lirik ifade, her türden biçim ve düzenin ötesindedir. Ansızın doğan bir akış, iç yaşamımızın bütün unsurlarını bir çırpıda kül haline getirir ve ideal olanı, yani tam ve yoğun bir ahengi yaratır. Her şeyei gizleyen katılaşmış biçim ve şekillerden rafine edilmiş kültüre kıyasla, lirik tavır kendini ifade edişinde tamamıyla barbarcadır. Lirizmin değeri tam olarak yabanıl niteliğine dayanır: Sadece kan, içtenlik ve ateştir.
- o -
Dipnot: E. M. Cioran'ın yayımlanan ilk kitabı Sur Les Cimes du Désespoir'ın (Ümitsizliğin Doruklarında) hala Türkçeye çevrilmiş olmamasına hep bir miktar şaşıyorum. Tamam kabul, kitabın yazıldığı dil Rumence ve orijinal dilinden çeviri yapacak iyi çevirmen bulmak zordur belki, ama Ilinca Zarifopol-Johnston tarafından yapılan tercümesi yapılan İngilizce metin üzerinden çeviri gayet de gerçekleştirilebilir ki, kendisi Cioran biyografisi (Searching for Cioran) kaleme alacak kadar tanımakta ve ilgi duymaktadır ona.
Her neyse. Geçtiğimiz ay Ankara'ya bir iş için gittiğimde klasik olarak Kızılay'daki Dost Kitabevi'ne uğradım. Görmeyeli birkaç sene olmuştu, epey değişmiş, gelişmiş, güzel olmuş. Zaman geçsin diye rafları ağır ağır dolanırken, Cioran'ın Türkçe yayımlanan son kitabı, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne, gözüme çarptı. Kitap çıktığında görmüş, alırım demiştim, ama sonra Alanya'da bulamamış, zamanla varlığını unutmuştum. Görünce aldım tabii hemen ve eve döndüğümde diğer Cioran'ların yanına koydum.
Geçtiğimiz günlerde zamanı geldi deyip okumaya başladım kitabı. Cioran okuyanlarda şu vardır muhakkak: Zaten kısa kısa, hatta aforizma şeklinde yazdığı için kitap çok hızlı ilerler ve insan sürekli beynine çarpan fikirler arasında afallayarak okumayı sürdürür. Müthiş bir hazzı vardır bunun, ama kötü yanı, kitabın çok erken bitmesidir. Eh, insan da haliyle istemez bunu. Seneler evvel Burukluk'u ilk elime aldığımda -ki kendisi okuduğum ilk Cioran kitabıdır-, bir solukta bitirmiş, sarsılmış ve devamı olmadığına üzülmüştüm. Ondan sonra her Cioran kitabını ağır ağır ve sindirerek okuyacağıma dair kendime söz vermiştim.
Bugün son 50 sayfaya girerken, Cioran'ın Montaigne için "bilge" dediğini gördüm. Gerçi bunu daha önce de demişti galiba, ama tam hatırlayamıyorum. Montaigne'nin bir bilge olduğunu, basit bir entelektüelden çok fazlası olduğunu ben de düşündüğüm için bir coşku geldi bana. Cioran sevdam kabardı ve aslında daha önce aklıma koyduğum bir işi yapayım dedim: Ümitsizliğin Dorukları'ndadan bir bölüm çevirdim!
Cioran ile ilgili bir belgeseli (Emil Cioran - A Century of Writers) iki yıl önce çevirmiş bu çevirimle ona olan minnet borcumu ödediğimi, en azından ödemeye çalıştığımı söylemiştim. Yukarıda okuduğunuz deneme de bu minnet borcunu ödemenin devamı niteliğinde olsun. Çünkü Cioran, benim için hep uyumsuz, tutarsız, vahşi ama yerinden kıpırdamayan biri olarak çok farklı bir yerde olacak.
Esen kalın; ama kalmayı başarsanız bile bunun hep süreceğini sanmayın!
0 yorum var:
Yorum Gönder