Ben, sadece bir düşünceden ibaretim. Sahipsiz bir düşüm. Fazlası değil.
Böyle dedi, tam olarak bu kelimeleri kullanarak ve olanca sakinliğiyle böyle dedi. Düşünebiliyor musunuz, hayatınızda bir kez dahi olsa görmediğiniz biri, sırf yanınızda oturuyor diye size böyle şeyler söyleyebiliyor. Ne cüretle, dedim hiddetle ayağa kalkarak, benimle böyle konuşuyorsunuz? Çok fazla gürültü vardı, duymadı beni. Ben duymuştum oysa onu. Otururken yerime, ne işim var sanki benim burada, diye düşündüm. Sahiden de merak etmiştim: Ne işim vardı benim orada? Hiç olmaması gerekirken şehrin dört bir yanını sarmış ucuz ve basit ve asla uğramayacağım bir barın içinde ne işim vardı?
Bir viski yudumluyordu, ya da ona benzer bir şey... Hayır, pek fazla incelemedim. Göz ucuyla baktım. Yemin ederim öyle. Sadece bir anlığına baktım ve çektim gözlerimi. Hadsiz! Nefret dolu bir bakıştı benimkisi. Benimle konuşan her insana karşı duyduğum belli belirsiz bir uzaklaşma hissiydi işte, gene gelip çöreklenmişti içime. Bundan kurtulmanın bir yolu yoktu ve olmayacaktı. Geçmişi ve geleceği görmüş biriyim ben. İnanın bana. Çünkü ihtiyacım var buna.
Başımı salladım. Başını salladı. Aynı anda değil. Beni izliyordu demek ki. Onu izliyordum demek ki. Hey sen, dememe ramak kalmıştı. Ne kadar bağırmam gerektiğini kestirmeye çalışırken yıllar gelip geçti sanki. Belki de gerçekten geçti. Yani yılar. Geldi ve geçti. Ben, bir barda, bir tabureye, kıçımı dayamış, ve beklerken, yıllar geldi, geçti.
Önemi yok.
Bana mı dedi acaba? Bana demiş olabilir mi? Tanrım, bana demiş olsun. Yumruğumu sıktım olanca gücümle. Çok fazla olduğu söylenemezdi o efsanevi gücümün. Bir miktar kalmıştı geriye. Çenesine inse ama şöyle bir. İnse. Bir gün. Keşke. Ne, dedim başımı ağır ağır ona çevirirken. Sanki daha yeni farkına varmıştım. Öyle davranmam gerekiyordu. Bilirsiniz işte, kendimi ağırdan satmalıyım. Ben, her şeyi görmüş ve geçirmiş biriydim. Evrenin her türlü nezaket kurallarını bilirim. Bu da onlardan biri. Sıkılan bir yumruktan bile daha güçlü bir saldırıdır: Umursamaz bir bakış.
Beni duyduğunu sanmıyorum. Korktun ha, seni adi şerefsiz, korktun öyle mi? Böyle düşündüm. Demeye henüz cesaretim yoktu. Şöyle bir tarttım da, beni rahatlıkla dövebilirdi. Yakamı tutsa, silkelese beni, kim ayıracaktı? Koşmayalı kaç yıl oldu? Sorular ve sorular ve sorular...
Cevaplar ve cevaplar ve cevaplar...
Kesinlikle benimle alay ediyordu. Bundan emindim artık. Beni taklit etmek, öyle mi? Hey ahbap, dedim olanca serseri sesimle. Keşke kekelemeseydim söylerken. Korkudan değil canım, soğuktan. Hep öyle olur çünkü. Her şeyin olası en az iki açıklaması vardı. Kekeleyen biri ya korkar ya üşümüştür... Siz ne sandınız? Sonra seçenekler zamanla çoğalır. Bunları düşünenin sırası değildi, ve belki biraz da bu yüzden düşündüm. Zaman kazanmaya çalıştım. Neye karşı? Kendime karşı.
Gülümsediğini gördüm sanki. Elindeki kadehi şöyle bir çevirirken ve buzlar önce birbirine sonra cama çarparken, onun yüzünde bir gülümseme oluştu. Evreni yaratırken ben, yani tanrı, konu o değil, evren yaratılırken bir gülümseme var olduğu söylenir. Kadim bir dedikodudur bu. Acıklı bir gülümseme, patlayan ve çatlayan ve çarpan ve en nihayetinde dağılan her şeye sinmeye başlar. Milyarlarca ve milyarlarca ve milyarlarca galaksi bu gülümsemeyle oluşur. Bir anda oluşur ya da yine milyarlarca ve milyarlarca ve milyarlarca yıl geçer oluşması için. Bunun da bir önemi yok. Evren yok olduğunda, yani sizin zamanınıza göre söylersek, yok olacağında, bu gülümsenin geri geleceğine inanılır. En azından dedikodular o yönde. Her şey genişlemeyi kesip de büzüşmeye ve çökmeye başladığında, ışık karanlığa teslim olduğunda ve yıldızlar olanca hızıyla gerisin geri minik bir noktaya doğru koştuğunda, tam o anda, var olmuş ve olacak her şey hiçliğin içine tekrar geri sıkışmadan önce, gülümseyen bir ışık hüzmesi görülecek karanlığın orta yerinde. Anlarsınız ya, ufak bir dudak gibi olacak, yay gibi, ters tutulmuş bir yay, ve bir göz kırpımı sonrasında o da içine çekilip son bulacak.
Hiç de öyle olmayacak. Biliyorsun, gördün onu.
Yetti bu kadar. Sadece üç adım sağımdaki taburede oturuyor. Kalkıp oraya doğru yürümem an meselesi. Senin derdin ne, demem an meselesi. Bana bakmayı reddederse, omzunu sıkıca kavramam ve erkekliğimi ona ispat etmem an meselesi. Ah tanrım, yüzyıllar geçecek yine. Biliyorum. Keşke o gelse ve sataşsa artık bana. Bir iki yumruk yemeye bile razıyım. Saklanacak halim yok. Bir bardayım be, barda! Önümde içkiye benzer bir şey var. Anlamam bu işlerden. Evrenin başını ve sonunu görmüş olan ben, bir barda tıkılıp kaldım. O kadar çok zaman geçti ki, çıkışı bile unuttum artık. Yerimden bile kalkamadım hiç. Şimdi bir züppe için mi kalkacağım. Gene gülümsüyordu. Dayanamayacaktım. Dayanamadım.
Gerçekten de üç adım olduğunu görünce şaşırmıştım. Hep kendimi kandırdığımı zannediyordum çünkü. Uzaklıkları ve yakınlıkları kendimin icat ettiğine inanıyordum. Gitmenin ve kalmanın aynı şey olduğunu, işin ucunda hareket olduğunda işlerin basit bir kandırmacadan fazlası olmadığını defalarca ve defalarca ve defalarca kendime söylüyordum. İnsanlara da söylüyordum. Bir zamanlar söylerdim hiç olmazsa. Dinlediler mi beni? Dinlediler mi? Dinlediniz mi?
En azından ölebilirsin.
Cidden bu mu? Yani bu kadar? Gözlerime bakarken söyleyecekleri bu, öyle mi? Tekrar söyle hadi, dedim kararlı ve korkutucu bir tonla. Korkmadı, ama olsun, korkutmak istediğimi anladı. En azından, dedi tekrar ve sabırla, ölebilirsin. Anlamadım, diye direttim. Diretecektim, kararlıydım bu konuda. Ne kadar zaman geçerse geçsin, herhangi bir konuda elimden geldiğince diretecektim.
Ben, var olmadım bile, dedi üzgün bir sesle ve gereksizliğin en uç noktasında tamamladım onu: Bu yüzden yok olamıyorsun bile.
Her şey bu kadar basitti işte, ama söylemiştim size, herkese de söyledim: Her şeyin olası en az iki açıklaması vardır. Bu, ilki ve makul olanıydı: O, hiç var olmamış bir şeydi, bunu zaten ta en başta söylemişti ve bu yüzden yok da olamıyordu. Gülümsemesi bundandı belli ki. Hiçliğe tekabül eden bir şey elinde viski kadehi tutuyordu. Gülünç bir şeydi bir kere bu. Bunu kim görürse görsün bir miktar gülümserdi. Ben de gülümsedim.
Onu kurtarabilirdim. Fikirler yığınından başka bir şey değildi. Gecenin kör karanlığında görülmesi gereken bir düştü. Kendisi söylemişti. Keşke daha çok dikkat etseydim, ama sinirlenmiştim, haklıydım; o kimdi ki benimle böyle konuşabiliyordu? Gene kafam atmıştı, geriye tekrar üç adımla dönebilirdim. Gene üç adım mı olurdu, işte onu o kadar iyi bilemiyordum. Aynı yolu gidemez bazen insan, aynıymış gibi görünse de öyle olmaz. Birini severken misal, dedim kısık bir sesle, sadece birkaç adım sürer ona varmanız; oysa onu sevmemek için yürümeniz gereken yol çok daha uzundur. Aynı yere aynı adımlarla dönülemez bazen.
Anlamaz gözlerle bana baktığında, bunun hiç de sırası olmadığını fark ettim. Elimi ağır ağır omzuna koydum. Gücümü kontrol ederek omuzlarını sıktım. Onu yok etmek istemezdim. Kim ister ki böyle bir şeyi? O zavallının tekiydi. Zavallıları yok etmek istemeyiz, onları kurtarmak ve yaşatmak isteriz. Kendimize gerekçeleri zavallılar üzerinden sunarız, ya da sunarsınız. İşler böyle yürüyor. Her yerde de böyle yürür. Bundan utanmanız gerekmez.
Yine de biraz, ama çok az, utanın.
Bu şekilde tamamlarken sözlerimi, onu huzura kavuşturmaya karar verdim. Bir düşünceyi, sahipsiz bir düşü kendime, kendi zihnime kabul ederek ona hayat vermeyi kabul ettim. Acı verici olacak. Düşünceler ve deneyimler her zaman insanı yorar. Beni de yoracak. Ne işim var ki sanki. Olsun. Onu kurtarmış olayım. Yıllar ve yıllar ve yıllar geçecek nasılsa. Buradan kalkıp gidemeyeceğim. O da gidemeyecek. Birlikte daha güçsüz ve daha mutsuz olacağız. Yine de, söyleyin bana, lütfen söyleyin, gözlerimin içine bakarak söyleyin, bu, yine de, hiçbir şey yapmamaktan daha iyi değil midir?
Dinlediyseniz beni, iyice dinlediyseniz, şöyle dediğimi de hatırlayacaksınız: Her şeyin olası en az iki açıklaması vardır. İlkini anlattım, anladınız, en anlamaz olanlarınız bile anladınız, yoksa kim bu kadar şeye katlanırdı? Oysa ikinci bir açıklama da var. Neyse ki var. Ne yazık ki var: O, gerçekten de bir barda oturan ve elinde viski kadehi sallarken gülümseyen herifin teki ve yaptığı tek şey, beni kafasında kurmaktan ibaret.
Evet, ben yoktum ve var olmak üzereydim, bir zihne hapsedilmek ve her şeyi ve her şeyi ve her şeyi o küçük sinapslar arasında yaşamak zorundaydım. Ufacık ve minicik ve işe yaramaz ve hatta yokluğa kafa tutacak denli kısacık bir ânım bu benim. Hiç var olmaması gerekirken, yalnızlığın ve çaresizliğin ve umursamazlığın bataklığına saplanmış o gülümseyen adamın zihninde çakan bir kıvılcımım. Böyle olmasını istememiştim. O da istememişti.
Böyle dedi, tam olarak bu kelimeleri kullanarak ve olanca sakinliğiyle böyle dedi. Düşünebiliyor musunuz, hayatınızda bir kez dahi olsa görmediğiniz biri, sırf yanınızda oturuyor diye size böyle şeyler söyleyebiliyor. Ne cüretle, dedim hiddetle ayağa kalkarak, benimle böyle konuşuyorsunuz? Çok fazla gürültü vardı, duymadı beni. Ben duymuştum oysa onu. Otururken yerime, ne işim var sanki benim burada, diye düşündüm. Sahiden de merak etmiştim: Ne işim vardı benim orada? Hiç olmaması gerekirken şehrin dört bir yanını sarmış ucuz ve basit ve asla uğramayacağım bir barın içinde ne işim vardı?
Bir viski yudumluyordu, ya da ona benzer bir şey... Hayır, pek fazla incelemedim. Göz ucuyla baktım. Yemin ederim öyle. Sadece bir anlığına baktım ve çektim gözlerimi. Hadsiz! Nefret dolu bir bakıştı benimkisi. Benimle konuşan her insana karşı duyduğum belli belirsiz bir uzaklaşma hissiydi işte, gene gelip çöreklenmişti içime. Bundan kurtulmanın bir yolu yoktu ve olmayacaktı. Geçmişi ve geleceği görmüş biriyim ben. İnanın bana. Çünkü ihtiyacım var buna.
Başımı salladım. Başını salladı. Aynı anda değil. Beni izliyordu demek ki. Onu izliyordum demek ki. Hey sen, dememe ramak kalmıştı. Ne kadar bağırmam gerektiğini kestirmeye çalışırken yıllar gelip geçti sanki. Belki de gerçekten geçti. Yani yılar. Geldi ve geçti. Ben, bir barda, bir tabureye, kıçımı dayamış, ve beklerken, yıllar geldi, geçti.
Önemi yok.
Bana mı dedi acaba? Bana demiş olabilir mi? Tanrım, bana demiş olsun. Yumruğumu sıktım olanca gücümle. Çok fazla olduğu söylenemezdi o efsanevi gücümün. Bir miktar kalmıştı geriye. Çenesine inse ama şöyle bir. İnse. Bir gün. Keşke. Ne, dedim başımı ağır ağır ona çevirirken. Sanki daha yeni farkına varmıştım. Öyle davranmam gerekiyordu. Bilirsiniz işte, kendimi ağırdan satmalıyım. Ben, her şeyi görmüş ve geçirmiş biriydim. Evrenin her türlü nezaket kurallarını bilirim. Bu da onlardan biri. Sıkılan bir yumruktan bile daha güçlü bir saldırıdır: Umursamaz bir bakış.
Beni duyduğunu sanmıyorum. Korktun ha, seni adi şerefsiz, korktun öyle mi? Böyle düşündüm. Demeye henüz cesaretim yoktu. Şöyle bir tarttım da, beni rahatlıkla dövebilirdi. Yakamı tutsa, silkelese beni, kim ayıracaktı? Koşmayalı kaç yıl oldu? Sorular ve sorular ve sorular...
Cevaplar ve cevaplar ve cevaplar...
Kesinlikle benimle alay ediyordu. Bundan emindim artık. Beni taklit etmek, öyle mi? Hey ahbap, dedim olanca serseri sesimle. Keşke kekelemeseydim söylerken. Korkudan değil canım, soğuktan. Hep öyle olur çünkü. Her şeyin olası en az iki açıklaması vardı. Kekeleyen biri ya korkar ya üşümüştür... Siz ne sandınız? Sonra seçenekler zamanla çoğalır. Bunları düşünenin sırası değildi, ve belki biraz da bu yüzden düşündüm. Zaman kazanmaya çalıştım. Neye karşı? Kendime karşı.
Gülümsediğini gördüm sanki. Elindeki kadehi şöyle bir çevirirken ve buzlar önce birbirine sonra cama çarparken, onun yüzünde bir gülümseme oluştu. Evreni yaratırken ben, yani tanrı, konu o değil, evren yaratılırken bir gülümseme var olduğu söylenir. Kadim bir dedikodudur bu. Acıklı bir gülümseme, patlayan ve çatlayan ve çarpan ve en nihayetinde dağılan her şeye sinmeye başlar. Milyarlarca ve milyarlarca ve milyarlarca galaksi bu gülümsemeyle oluşur. Bir anda oluşur ya da yine milyarlarca ve milyarlarca ve milyarlarca yıl geçer oluşması için. Bunun da bir önemi yok. Evren yok olduğunda, yani sizin zamanınıza göre söylersek, yok olacağında, bu gülümsenin geri geleceğine inanılır. En azından dedikodular o yönde. Her şey genişlemeyi kesip de büzüşmeye ve çökmeye başladığında, ışık karanlığa teslim olduğunda ve yıldızlar olanca hızıyla gerisin geri minik bir noktaya doğru koştuğunda, tam o anda, var olmuş ve olacak her şey hiçliğin içine tekrar geri sıkışmadan önce, gülümseyen bir ışık hüzmesi görülecek karanlığın orta yerinde. Anlarsınız ya, ufak bir dudak gibi olacak, yay gibi, ters tutulmuş bir yay, ve bir göz kırpımı sonrasında o da içine çekilip son bulacak.
Hiç de öyle olmayacak. Biliyorsun, gördün onu.
Yetti bu kadar. Sadece üç adım sağımdaki taburede oturuyor. Kalkıp oraya doğru yürümem an meselesi. Senin derdin ne, demem an meselesi. Bana bakmayı reddederse, omzunu sıkıca kavramam ve erkekliğimi ona ispat etmem an meselesi. Ah tanrım, yüzyıllar geçecek yine. Biliyorum. Keşke o gelse ve sataşsa artık bana. Bir iki yumruk yemeye bile razıyım. Saklanacak halim yok. Bir bardayım be, barda! Önümde içkiye benzer bir şey var. Anlamam bu işlerden. Evrenin başını ve sonunu görmüş olan ben, bir barda tıkılıp kaldım. O kadar çok zaman geçti ki, çıkışı bile unuttum artık. Yerimden bile kalkamadım hiç. Şimdi bir züppe için mi kalkacağım. Gene gülümsüyordu. Dayanamayacaktım. Dayanamadım.
Gerçekten de üç adım olduğunu görünce şaşırmıştım. Hep kendimi kandırdığımı zannediyordum çünkü. Uzaklıkları ve yakınlıkları kendimin icat ettiğine inanıyordum. Gitmenin ve kalmanın aynı şey olduğunu, işin ucunda hareket olduğunda işlerin basit bir kandırmacadan fazlası olmadığını defalarca ve defalarca ve defalarca kendime söylüyordum. İnsanlara da söylüyordum. Bir zamanlar söylerdim hiç olmazsa. Dinlediler mi beni? Dinlediler mi? Dinlediniz mi?
En azından ölebilirsin.
Cidden bu mu? Yani bu kadar? Gözlerime bakarken söyleyecekleri bu, öyle mi? Tekrar söyle hadi, dedim kararlı ve korkutucu bir tonla. Korkmadı, ama olsun, korkutmak istediğimi anladı. En azından, dedi tekrar ve sabırla, ölebilirsin. Anlamadım, diye direttim. Diretecektim, kararlıydım bu konuda. Ne kadar zaman geçerse geçsin, herhangi bir konuda elimden geldiğince diretecektim.
Ben, var olmadım bile, dedi üzgün bir sesle ve gereksizliğin en uç noktasında tamamladım onu: Bu yüzden yok olamıyorsun bile.
Her şey bu kadar basitti işte, ama söylemiştim size, herkese de söyledim: Her şeyin olası en az iki açıklaması vardır. Bu, ilki ve makul olanıydı: O, hiç var olmamış bir şeydi, bunu zaten ta en başta söylemişti ve bu yüzden yok da olamıyordu. Gülümsemesi bundandı belli ki. Hiçliğe tekabül eden bir şey elinde viski kadehi tutuyordu. Gülünç bir şeydi bir kere bu. Bunu kim görürse görsün bir miktar gülümserdi. Ben de gülümsedim.
Onu kurtarabilirdim. Fikirler yığınından başka bir şey değildi. Gecenin kör karanlığında görülmesi gereken bir düştü. Kendisi söylemişti. Keşke daha çok dikkat etseydim, ama sinirlenmiştim, haklıydım; o kimdi ki benimle böyle konuşabiliyordu? Gene kafam atmıştı, geriye tekrar üç adımla dönebilirdim. Gene üç adım mı olurdu, işte onu o kadar iyi bilemiyordum. Aynı yolu gidemez bazen insan, aynıymış gibi görünse de öyle olmaz. Birini severken misal, dedim kısık bir sesle, sadece birkaç adım sürer ona varmanız; oysa onu sevmemek için yürümeniz gereken yol çok daha uzundur. Aynı yere aynı adımlarla dönülemez bazen.
Anlamaz gözlerle bana baktığında, bunun hiç de sırası olmadığını fark ettim. Elimi ağır ağır omzuna koydum. Gücümü kontrol ederek omuzlarını sıktım. Onu yok etmek istemezdim. Kim ister ki böyle bir şeyi? O zavallının tekiydi. Zavallıları yok etmek istemeyiz, onları kurtarmak ve yaşatmak isteriz. Kendimize gerekçeleri zavallılar üzerinden sunarız, ya da sunarsınız. İşler böyle yürüyor. Her yerde de böyle yürür. Bundan utanmanız gerekmez.
Yine de biraz, ama çok az, utanın.
Bu şekilde tamamlarken sözlerimi, onu huzura kavuşturmaya karar verdim. Bir düşünceyi, sahipsiz bir düşü kendime, kendi zihnime kabul ederek ona hayat vermeyi kabul ettim. Acı verici olacak. Düşünceler ve deneyimler her zaman insanı yorar. Beni de yoracak. Ne işim var ki sanki. Olsun. Onu kurtarmış olayım. Yıllar ve yıllar ve yıllar geçecek nasılsa. Buradan kalkıp gidemeyeceğim. O da gidemeyecek. Birlikte daha güçsüz ve daha mutsuz olacağız. Yine de, söyleyin bana, lütfen söyleyin, gözlerimin içine bakarak söyleyin, bu, yine de, hiçbir şey yapmamaktan daha iyi değil midir?
Dinlediyseniz beni, iyice dinlediyseniz, şöyle dediğimi de hatırlayacaksınız: Her şeyin olası en az iki açıklaması vardır. İlkini anlattım, anladınız, en anlamaz olanlarınız bile anladınız, yoksa kim bu kadar şeye katlanırdı? Oysa ikinci bir açıklama da var. Neyse ki var. Ne yazık ki var: O, gerçekten de bir barda oturan ve elinde viski kadehi sallarken gülümseyen herifin teki ve yaptığı tek şey, beni kafasında kurmaktan ibaret.
Evet, ben yoktum ve var olmak üzereydim, bir zihne hapsedilmek ve her şeyi ve her şeyi ve her şeyi o küçük sinapslar arasında yaşamak zorundaydım. Ufacık ve minicik ve işe yaramaz ve hatta yokluğa kafa tutacak denli kısacık bir ânım bu benim. Hiç var olmaması gerekirken, yalnızlığın ve çaresizliğin ve umursamazlığın bataklığına saplanmış o gülümseyen adamın zihninde çakan bir kıvılcımım. Böyle olmasını istememiştim. O da istememişti.
Belki seçenekler çoğalır zamanla.
Çoğalmaz, dedi, dedim, dedik. Evrenin son anında gerçekten de gülümseme oluşur mu diye sordum. Gülümsedi yarı baygın gözleriyle ve uyuyakaldı olduğu yerde.
Ümid Gurbanov
7 yorum var:
Kelimeleri bitirip gözlerimi kapayışımın son anında oluşan gülümseme için, teşekkürler.
Asıl gecenin (veyahut sabahın) bu saatinde bu öyküyü okumaya katlandığınız için ben teşekkür ederim.
İsimsiz yeraltı dünyası memuru geldi aklıma, hepsi aklındaydı, konuşmalar, karşı çıkmalar, mantıklı açıklamalar, ama içerinin sesi çıkmaz, ses olmaz; yanında oturanlar, karşısında duranlar duymaz. Oysa hepsi oldu, hepsi gerçekten oldu. Aksini kim diyebilir.
Öykülerinizi okurken evinizin içinde bir köşede sizi gözlemlediğimi hissediyorum, sayıklar gibi yazışınızı. Bu örtüsüz hal rüyalarıma bile girdi bir sefer. İyiki varsınız...
Sayın E.İrem Erzincan, çok teşekkür ederim, hakikaten çok değerli sözler bunlar. Eksik olmayın.
ayy çok teşekkür ederim cevabınız için :) siz de eksik olmayın lütfen lütfen...
Çok güzel..
Yorum Gönder