Bir fıçının üstünde oturdum yıllarca. (Yıllarca ama yıllarca.) İnanmayabilirsiniz bana, ama inancın gerçeği değiştirdiği nerede görülmüş, söyleyin bana?! Oturdum işte bir fıçının üstünde ve somurttum. (Yıllarca somurttum.) Neden sonra kalktığımda, lüzumsuz bir ağrı -ve sızı- kapladı bedenimi, en çok da o malum yerimi. (Üstüne oturduğum yerimi.) Gülümseyerek sokaklarda dolaşmamı sağlayan bir uyuşukluktu bu. (Anlarsınız ya!) Bir kaşıntı gibi bacaklarıma ve dizlerime dokundu, ayak bileklerim, kan giden her yerim, bir şekilde sarsılmaya ve yürüyor olmamı reddetmeye çalışıyordu. Ama söyleyin bana, yer miyim ben hiç bunları? (Yer miyim, ha!) Yedim, oturdum bir kaldırım taşına bu sefer. Başını önüne eğmiş bir meczuba eşlik etmenin o garip ve tarifsiz hissiyle birlikte gelip geçenleri izledim. (İzledik.) Birbirimize merhaba bile demeden, hatta bir an için bile olsun birbirimizin yüzüne bakmadan, -önce- günlerce ve -ardından- gecelerce aynı yerlere bakıp durduk. Tek kelime etmeden önce o izledi insanları, hemen ardından ben; ve sonra ben izledim, kaldığım yerden o devam etti hiç çekinmeden. Artık ayaklanmak istediğimde, ayıp olmasın diye mutluluğu andıran birkaç kıvrak harekete sarılmış olmalıyım ki, kim bu dercesine kaldırdı başını -bizim şu- meczup. Küçük bir fısıltı yayıldı kulağıma ondan (dudaklarından) doğru, yayıldı da yayıldı, aldı başını gitti, tüm evreni dolaştı. (Kaç yıl sürdü kim bilir bu...) Nihayet, döndü dolaştı ve geri geldi fısıltı; dikildi ikimizin arasına; anlamış olmayı diledim sadece ve çekip gittim! (Hem de hiçbir şey anlamadan...) Tanrıyı işte en son o zaman gördüm.
Biliyor musunuz, ben çok dolaştım. Öyle sokaklarda ve dağlarda değil; balkon korkuluklarının hemen üstünde (bir sağa bir sola yalpalayarak) dolaştım. Şezlongların altında, o minicik alanda aylarımı harcadım -adım adım. Kovulmadan, hem de kötü gözlerle kınanmadan, bir yeri terk etmedim hiç. (Yine de öyle çok yer gördüm ki.) Herkes o kadar hızla ve nefretle istemedi ki beni, hep bir yanım bir parça şaşkınlıkla dolup taşmaktan geri kalmadı. Olur böyle şeyler, (olmalı), diye diye gezeleyip durdum. Kargalara bile yol sordum. Benden ne çok şey bildiklerini görünce ürpertime engel olamadım. Yine de en büyük hüsranı, birkaç küçük kurbağa yüzünden yaşadım. (Nasıl mı yaşadım?) Çok ve çok ve çok hazin bir hikayenin geride bıraktığı ne varsa, işte onları zihnime kazıyarak yaşadım. Küçük bir bataklığın ucuna şap diye, şup diye, lambur lumbur, (işte her nasıl olduysa), birdenbire o koca ayaklarımla girerek yaşadım. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Düşünebiliyor musunuz, ben, yani koca ve biçimsiz yaratık, pat diye, çat diye, (nasıl olduğu önemli değil), lap diye, bataklığa dalmıştım ve ürkmüştü birkaç küçük kurbağa. Oysa bir kırlangıç durduruncaya değin, hiç haberim bile olmadı bundan benim. Kaşlarını bir o yana bir bu yana kaldırıp indirmeye çalışırken, ne denli kızgın -ve ne denli komik- olduğunu düşünüyordum onun. Elimde değildi işte, bir kırlangıçta kaş ne arar! (Ama vardı, vardı işte...) Sinirle başımın etrafında uçtu, kanatlarını çarparken bir iki defa da kulağıma pıt diye, çıt diye, (anlayamadan bile), tık diye vurmuştu. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Hiç bölmeden ve kesmeden, tek bir nefesle hem de hiç çekinmeden söyledi bunu. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Sorun sadece bu değildi işte. Bir kırlangıç gelip bana bunları yetiştirmişti. Bir an bile olsun fark etmemiştim. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Oralı bile olmamıştım. Anlamamıştım. Durumun vahametini kestirebiliyor musunuz? Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü ve bunu gelip kendileri bana söyleyememişti! O denli ürkmüşlerdi ki bataklığa dalınca ben, yerlerinden bile oynayamamışlardı. Öylece bekleyip durmuşlardı ben gidinceye dek. Sonra her şeyip geçip gittikten ve ben uzaklaştıktan sonra bile, gelip bunu kendileri bana söyleyememişlerdi. Geri dönüp özür dilemek istediğimde, işte o anda, tekrar belirdi kırlangıcın kaşları karşımda. (Komikti bu, anlıyor musunuz, komikti işte.) Peki demek ve yoluma gitmekten başka bir şey elimden gelmeyinceye dek bekledim. Çok sürmedi, birkaç saniye sonra çoktan ıslık tutturmaya başlamıştım bile. Oysa birkaç küçük kurbağa ürkmüştü. Hem de çoktan ürkmüştü. İşte ben, geriye dönmemeyi bu şekilde öğrendim. Tam da bu yüzden, dünyanın sonuna, (dünyamın sonuna), her yeri ilk defa adımlayarak ve korkarak, pişmanlıklar duyarak, hatta utanarak ve ağlayarak, fıçılar üstünde somurtarak, yuvarlanıp gölgelere sığınarak, meczuplarla (sadece biriyle) konuşarak, yağmuru andırarak, rüzgara kapılarak, kapı altlarından geçip havlulara sarılarak, aynaya hohlayarak ve kendimi buğulu yansımamda arayak, bularak, uzaklaşarak, tekrar ve tekrar duvarlara yaslanarak, ıslıklar tutturarak, kafamı ümitsizce sallayarak ve (en hazini de) işte bunları yazarak varmaya çalışıyorum.
Biliyor musunuz, ben çok dolaştım. Öyle sokaklarda ve dağlarda değil; balkon korkuluklarının hemen üstünde (bir sağa bir sola yalpalayarak) dolaştım. Şezlongların altında, o minicik alanda aylarımı harcadım -adım adım. Kovulmadan, hem de kötü gözlerle kınanmadan, bir yeri terk etmedim hiç. (Yine de öyle çok yer gördüm ki.) Herkes o kadar hızla ve nefretle istemedi ki beni, hep bir yanım bir parça şaşkınlıkla dolup taşmaktan geri kalmadı. Olur böyle şeyler, (olmalı), diye diye gezeleyip durdum. Kargalara bile yol sordum. Benden ne çok şey bildiklerini görünce ürpertime engel olamadım. Yine de en büyük hüsranı, birkaç küçük kurbağa yüzünden yaşadım. (Nasıl mı yaşadım?) Çok ve çok ve çok hazin bir hikayenin geride bıraktığı ne varsa, işte onları zihnime kazıyarak yaşadım. Küçük bir bataklığın ucuna şap diye, şup diye, lambur lumbur, (işte her nasıl olduysa), birdenbire o koca ayaklarımla girerek yaşadım. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Düşünebiliyor musunuz, ben, yani koca ve biçimsiz yaratık, pat diye, çat diye, (nasıl olduğu önemli değil), lap diye, bataklığa dalmıştım ve ürkmüştü birkaç küçük kurbağa. Oysa bir kırlangıç durduruncaya değin, hiç haberim bile olmadı bundan benim. Kaşlarını bir o yana bir bu yana kaldırıp indirmeye çalışırken, ne denli kızgın -ve ne denli komik- olduğunu düşünüyordum onun. Elimde değildi işte, bir kırlangıçta kaş ne arar! (Ama vardı, vardı işte...) Sinirle başımın etrafında uçtu, kanatlarını çarparken bir iki defa da kulağıma pıt diye, çıt diye, (anlayamadan bile), tık diye vurmuştu. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Hiç bölmeden ve kesmeden, tek bir nefesle hem de hiç çekinmeden söyledi bunu. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Sorun sadece bu değildi işte. Bir kırlangıç gelip bana bunları yetiştirmişti. Bir an bile olsun fark etmemiştim. (Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü.) Oralı bile olmamıştım. Anlamamıştım. Durumun vahametini kestirebiliyor musunuz? Birkaç küçük kurbağa ürkmüştü ve bunu gelip kendileri bana söyleyememişti! O denli ürkmüşlerdi ki bataklığa dalınca ben, yerlerinden bile oynayamamışlardı. Öylece bekleyip durmuşlardı ben gidinceye dek. Sonra her şeyip geçip gittikten ve ben uzaklaştıktan sonra bile, gelip bunu kendileri bana söyleyememişlerdi. Geri dönüp özür dilemek istediğimde, işte o anda, tekrar belirdi kırlangıcın kaşları karşımda. (Komikti bu, anlıyor musunuz, komikti işte.) Peki demek ve yoluma gitmekten başka bir şey elimden gelmeyinceye dek bekledim. Çok sürmedi, birkaç saniye sonra çoktan ıslık tutturmaya başlamıştım bile. Oysa birkaç küçük kurbağa ürkmüştü. Hem de çoktan ürkmüştü. İşte ben, geriye dönmemeyi bu şekilde öğrendim. Tam da bu yüzden, dünyanın sonuna, (dünyamın sonuna), her yeri ilk defa adımlayarak ve korkarak, pişmanlıklar duyarak, hatta utanarak ve ağlayarak, fıçılar üstünde somurtarak, yuvarlanıp gölgelere sığınarak, meczuplarla (sadece biriyle) konuşarak, yağmuru andırarak, rüzgara kapılarak, kapı altlarından geçip havlulara sarılarak, aynaya hohlayarak ve kendimi buğulu yansımamda arayak, bularak, uzaklaşarak, tekrar ve tekrar duvarlara yaslanarak, ıslıklar tutturarak, kafamı ümitsizce sallayarak ve (en hazini de) işte bunları yazarak varmaya çalışıyorum.
Ümid Gurbanov
0 yorum var:
Yorum Gönder