9 Nisan 2018

Zizek'ten Nükteler

9 Nisan 2018
Slavoj Zizek'in sağda solda anlattığı fıkralardan, anekdotlardan, nüktelerden hatta şakalardan derlenen ve Erkal Ünal'ın çevirip Encore Yayınları'ndan çıkan bu kitap felsefenin yer yer soğuk ve korkunç yönünü bir anlamda aşması ve esprili anlatılarda bile derin anlamlar, çıkarımlar bulunabileceğini göstermesi bakımından oldukça hoşuma gitti. Hatta unutmamayı başarırsam ben de Zizek gibi sağda solda bazı fıkraları anlatarak bir konuyu bir yere bağlamayı bile umuyor, ama muhtemelen başaramayacağımı da biliyorum.

Bu bakımdan özellikle hoşuma giden, güldüğüm veya anlamlı anlamlı uzaklara (duvara) baktığım birkaç nükteyi buraya da koymak istiyorum. İleride büyük olasılıkla bunları unuttuğumda döner bakarım, bir açıdan hafızamı tazelerim.

Tabii şunu da belirtmeden geçmeyeyim, buraya tüm beğendiklerimi koymuyorum, yoksa kitabın epey bir bölümünü eklemem gerekecekti. Beğendiklerim arasında bir seçme yapma durumunda kalarak ve okuyucuyu da çok sıkmayacak uzunlukta bir gönderi olmasını tasarlayarak alıntıları ekliyorum. (Evet, tam bunu yazarken bir yandan da hangilerini koysam diye kitaba bakınıyorum...)

- o -

İsa hakkında hoşça kaba bir fıkra vardır: Tutuklanıp çarmıha gerilmeden evvelki gece, takipçileri endişelenmeye başlamıştı - İsa hâlâ bakirdi, ölmeden önce biraz zevk yaşaması iyi olmaz mıydı? Bunun üzerine Mecdelli Meryem’den İsa’nın dinlenmekte olduğu çadıra gidip onu ayartmasını istemişler. Meryem bunu seve seve yaparım deyip çadıra gitmiş. Ama beş dakika sonra, dehşete düşmüş ve öfkeli bir halde çığlık ata ata kaçmış oradan. Takipçiler ona ne oldu bitti diye sormuş ve Meryem izah etmiş: “Kıyafetlerimi yavaşça çıkardım, bacaklarımı uzattım ve İsa'ya kukumu gösterdim; ona baktı ve ‘Ne feci bir yara! İyileştirmek lazım!' dedi ve avucunu nazikçe üzerine koydu."

İşte bu yüzden, başka insanların yaralarını iyileştirmeye fazla hevesli insanlara karşı dikkatli olun. Ya yaramız hoşumuza gidiyorsa? Tıpatıp aynı şekilde, sömürgecilik yarasını doğrudan iyileştirmek (bilfiil sömürgecilik öncesi gerçekliğe dönmek) bir kâbus olurdu: Bugünün yerlileri kendilerini sömürgecilik öncesi gerçeklikte bulacak olsaydı, hiç kuşkusuz Mecdelli Meryem'in attığı o dehşetli çığlığı atarlardı. (Sayfa 9)

- o -

1930’ların ortalarında Bolşeviklerin Politbüro’sunda hararetli bir tartışma dönüyordu: Komünizmde para olacak mıdır olmayacak mıdır? Solcu Troçkıstler paranın olmayacağını, çünkü paraya yalnızca özel mülkiyetli toplumlarda ihtiyaç duyulduğunu, Buharin'in sağcı taraftarlan ise komünizmde elbette para olacağını, çünkü her karmaşık toplumun ürünlerin mübadelesini düzenlemek için paraya gereksinim duyduğunu iddia ediyordu. En sonunda, Stalin Yoldaş devreye girip Solcu ve Sağcı sapmaların her ikisini de reddettikten sonra, hakikatin karşıtların üst bir diyalektik sentezi olduğunu iddia etmişti. Diğer, Politbüro üyeleri ona bu sentezin nasıl bir şey olduğunu sorduğunda, Stalin sakince şu cevabı vermişti: “Para olacak ve para olmayacak. Bazılarının parası olacak, bazılarınınsa olmayacak.” (Sayfa 13)

- o -

1960’larm başlarında uydurulmuş bir fıkra, önceden varsayılmış inanç paradoksunu hoş bir şekilde ortaya koyar. İlk kozmonot Yuri Gagarin uzaya gittikten sonra, Komünist Parti’nin genel sekreteri Nikita Hruşçov onu makamında kabul etmiş ve Gagarin ona gizli gizli şöyle demiş: “Yoldaş, biliyor musun, gökyüzünde Tanrı ve meleklerini gördüm. Hıristiyanlık haklıymış!” Hruşçov cevaben kulağma şöyle fısıldamış: “Biliyorum, biliyorum, ama ağzını açma, bunu kimseye söyleme!” Bir hafta sonra, Gagarin bu sefer Vatikan’ı ziyaret etmiş ve Papa onu makamında kabul etmiş. Sır verir gibi şunu demiş Papa’ya: “Biliyor musunuz, gökyüzüne çıktım ve ne Tanrı’ya ne de meleklere şahit oldum...” “Biliyorum, biliyorum,” diye araya girmiş Papa, “ama ağzını açma, bunu kimseye söyleme!” (Sayfa 17)

- o -

Emniyet teşkilatındaki rüşvetçiliği dalgaya alan eski bir Yugoslav fıkrası vardır: Bir polis habersizce evine gider ve karısını besbelli şehvete ve heyecana kapılmış halde yataklarında çırılçıplak yatarken bulur. Acaba onu başka bir adamla bastım mı diye şüpheye kapılıp odanın etrafını yoklamaya başlar. Kocası yatağın altına bakmak için eğildiğinde karısının beti benzi atar; ama bir iki saniye süren fısıldaşmadan sonra, polis yüzünde tatmin olmuş, halinden memnun bir sırıtışla doğrulup “Kusura bakma canım, yanlış alarmmış. Yatağın altında kimse yok!" der. Elinde ise sıkı sıkı kavradığı, yüksek meblağda bir deste para vardır. (Sayfa 33)

- o -

İyi-kötü-iyi haber şeklindeki tüm üçlüyü kapsayan önce iyi haber, sonra kötü haber şeklindeki tıp şakasının hayli zalim bir versiyonu nihai “uzlaşı”yı içeren Hegelci üçlüyü işe yarar bir şekilde gözler önüne serer: Kansı uzun ve riskli bir ameliyat geçirdikten sonra, kocası doktora yanaşmış ve sonucu öğrenmek istemiş. Doktor şöyle cevap vermiş: "Karınız hayatta, muhtemelen sizden daha uzun yaşayacak. Ama bazı komplikasyonlar var: Anal kaslarını artık kontrol edemeyecek, dolayısıyla dışkı anüsünden devamlı akıp duracak; vajinasından da kötü kokan sarımtırak bir pelte akacak, dolayısıyla hiç seks yapılamayacak. Buna ilaveten ağzında işlev bozukluğu var ve gıdalar ağzından dışarı düşecek...” Kocanın yüzünde giderek artan panik ifadesini fark eden doktor şefkatle omzuna vurmuş hafifçe ve gülümsemiş: “Endişelenmeyin, sadece şaka yapıyordum! Her şey yolunda - karınız ameliyat sırasında öldü.” (Sayfa 38)

- o -

Popüler sinemada kahve bahsinin geçtiği bir başka hadiseye, İngiliz işçi sınıfı draması Brassed Off (Borunu Öttür) filmindeki bir sahneye değinmeden geçmek zor. Filmin kahramanı güzel bir genç kadım yürüyerek evine götürür. Kadının evinin girişine vardıklarında kadın ona bir kahve içmek üzere içeri girip girmek istemediğini sorar. “Ama şöyle bir sorun var ki ben kahve içmiyorum”a karşılık olarak kadın gülerek şöyle der: “Sorun yok, bende de hiç yok...” Kadının cevabının erotik gücü -yine ikili bir olumsuzlamayla seksin adını ağzına bile almadan, insanı mahcup edecek kadar dolaysızca bir cinsel davette bulunmasında yatar: Adamı kahve içmek üzere ilk kez içeri davet edip sonra hiç kahvesi olmadığını kabul ederken, davetini iptal etmiyordur, kahve davetinin başlı başına önem taşımadığını, cinsel davetin bahanesi olduğunu açıkça teslim ediyordur sadece. Aynı minvalde, 2002'nin sonlarında, Irak’ın işgaline hazırlanıldığı sırada ABD ve Avrupa arasında benzer bir diyalog geçtiğini hayal edebiliriz: ABD Avrupa’ya şöyle der: “Kitlesel İmha Silahları'nı (KİS) bulmak için Irak'a saldırmada bize katılır mısın?” Avrupa yanıt verir: “Ama KİS aramak için gerekli olanaklarımız yok ki!”; Rumsfeld’in yanıtıysa şu olun “Sıkıntı yok, Irak'ta KİS yok ki zaten. (Sayfa 48)

- o -

Groucho Marx’ın klasik repliğini hatırlayalım: “Bu herif bir ahmağa benziyor ve bir ahmak gibi hareket ediyor olabilir, ama buna bakıp kanmayasın sakın, herif sahiden de bir ahmak!” Hitchcock’un Vertigo’sunda düğümlerin çözüldüğü son kısım bu esprinin bir versiyonu değil midir? “Bu kadın (Judy) Madeleine’e benziyor ve Madeleine gibi hareket ediyor olabilir, ama buna bakıp kanmayasın sakın, kadın sahiden de Madeleine! ”

VARYASYON

• Marx Kardeşler’in Ravelli hakkmdaki o sıkça alıntılanan esprilerini hatırlayalım: Spaulding: Tıpkı sana benzeyen birini tanıyordum. Adı neydi ya? Hmmm... Emanuel Ravelli. Sen onun kardeşi misin? Ravelli: Ben Emanuel Ravelli’yim. Spaulding: Sen Emanuel Ravelli misin? Ravelli: Ben Emanuel Ravelli’yim. Spaulding: Anladım, ona benzemen boşuna değilmiş... Ama bir daha altını çiziyorum, aranızda bir benzerlik var. (Sayfa 90)

- o -

Eski Alman Demokratik Cumhuriyetı’nde uydurulmuş bir fıkrada, Alman bir işçi Sibirya’da bir iş bulur; tüm mektuplarının sansür kurulu tarafından okunacağının farkında olan işçi, arkadaşlarına şöyle der: “Bir şifremiz olsun: Benden alacağınız bir mektup bildik mavi mürekkeple yazılmışsa, doğrudur; fakat eğer kırmızı mürekkeple yazılmışsa, sahtedir.” Bir ay sonra, mavi mürekkeple yazılmış ilk mektup arkadaşlarının eline geçer: “Burada her şey güllük gülistanlık: Dükkânlar dolu, yemek bol, apartmanlar büyük ve düzgünce ısınıyor, sinema salonları Batılı filmler gösteriyor, muhabbet etmeye müsait birçok güzel kız var - olmayan tek şey ise kırmızı mürekkep.”

Bizim şu âna kadarki durumumuz da böyle değil mi? İstediğimiz tüm özgürlüklerimiz var - olmayan tek şey ise “kırmızı mürekkep”: “Özgür hissediyoruz”, çünkü özgürlüksüzlüğümüzü ifade edecek dilin kendisinden yoksunuz. Kırmızı mürekkebin olmayışı bugün şu anlama gelmektedir: Şimdiki çatışmayı tarif etmek için kullandığımız terimlerin tümü -“teröre karşı savaş”, “demokrasi ve özgürlük”, “insan hakları”, vb.- durumu anlamamızı sağlamak yerine, duruma ilişkin algımızı bulandıran sahte terimlerdir. Bugün yapılması gereken iş protestoculara kırmızı mürekkep vermektir.” (Sayfa 92)

- o -

Bibi Netanyahu’yu ziyaret eden Bili Clinton hakkında uydurulmuş bir İsrail fıkrası vardır: Clinton Bibi’nin ofisinde gizemli bir mavi telefon görmüş ve Bibi’ye bunun ne olduğunu sormuş. Bibi bu telefonun Tanrı’yla görüşmesini sağladığını söylemiş. ABD’ye döndükten sonra, haset Clinton istihbarat teşkilatından ne pahasına olursa olsun kendisine de böyle bir telefon temin etmelerini talep etmiş. İki hafta içinde ona böyle bir telefon getirmişler, işe yaramış, ne var ki aşırı yüksek bir telefon faturası gelmiş - Tanrı’yla yapılan bir dakikalık konuşma için iki milyon dolar. Bunun üzerine Clinton öfkeyle Bibi’yi arayıp şikâyet etmeye başlamış: “Finansal açıdan sizi destekleyen bizim bile böyle bir telefonu kullanmaya paramız yetmezken, bunun altından nasıl kalkıyorsunuz? Bizim paramızı böyle mi harcıyorsunuz?” Bibi sakince cevaplamış: “Hayır, hayır, mesele o değil - biz Yahudiler konuştuk mu ülke içi konuşma sayılıyor!”

İşin ilginç yanı, bu fıkranın Sovyet versiyonunda Tanrı’nın yerini cehennem alır: Nixon Brejnev’i ziyarete gidip özel bir telefon görür ve Brejnev bunun cehennemle bağlantı kurulmasını sağladığını açıklar. Fıkranın sonunda, Nixon görüşmenin masrafından yakınır ve Brejnev sakince cevap verir: “Sovyetler Birliği’nde yaşayan bizler için, cehennemle konuşmak ülke içi konuşma sayılıyor!” (Sayfa 94)

0 yorum var:

Yorum Gönder

 
Sağlıcakla kalmanızı dilerim.