28 Aralık 2017

Açlık

28 Aralık 2017
Nicedir unuttuğu bir şeyi hatırlamaya çalışır gibi yüzünü buruşturdu, ama zihninin köşesinden istediğini bir türlü çekip çıkaramayacağını bilmenin sıkıntısıyla sadece "Oğlum!" dedi. Sesinin yorgun düşmüş olduğunu fark etti, yine de bunu umursayacak hali yoktu: "Hazırlan, birazdan gideceğiz."

Doğrusu, oğlunda hazırlanacak pek bir güç kalmamıştı. En son on sekiz gün önce orta halli bir Doyum Evi'nden üçer hap alabilmişlerdi. Baba haplardan hiçbirine dokunmamış, oğluna ise günde yalnızca yarım hap vererek hayatta kalma ümitlerini sürdürmeye çalışmıştı. Oğlunun olanlardan pek haberi varmış gibi görünmese de halsiz ama sevecen gözlerle "Gücüm azaldı, baba!" diyordu ara ara. Boşalan midesi için böyle diyordu çocuk, ama bu, ona özgü değildi. İnsanların doygunluk haplarından başka bir şeyi gıda olarak tüketmesinin yasaklanmasından bu yana kırk iki yıl geçmişti. Aslına bakılırsa, zaten ortada tüketilecek başka bir gıda da kalmamıştı. Kimileri bunu tanrının gazabı olarak görmüştü, kimileriyse yurttaşları kendine tamamen bağlı hale getirmek isteyen hükümetlerin ortak projesi olarak. Başka görüşler de vardı elbet, ama bunların hiçbirini artık umursamıyordu baba, işin acısı, hatırlamıyordu bile.

Oğlundan bir cevap gelmediğini fark etti ansızın. Telaşla bakışlarını yerde uzanmış oğluna çevirdi. Gözleri kapalıydı, uyuyor olmalıydı. Baba o an, sevginin en belirsiz gösterisini sergiledi: Oğlu yaşıyor mu diye gözlerini göğsüne dikti. Soluksuz geçen birkaç saniyenin ardından rahatladı. Göğsü inip kalkmıştı, evet uyuyordu, iyi ki panikle gidip onu uyandırmamıştı. Sahi kaç gün olmuştu en son hapı alalı? Düşünmek gerek, iyice bir zihni yoklamak lazım. Üçer hap vardı, eder altı hap, her gün yarım hap verdi oğluna, on iki gün gücü azalmadı oğlunun, peki kaç gün olmuştu ilk hapı alalı, düşün, biraz daha düşün, evet, on sekiz gün önce ilk hap alınmıştı, peki öyleyse, bu altı gündür oğlunun hap almadığı anlamına gelmez miydi, bir babanın buna katlanması mümkün müydü, işinden olalı kaç ay geçmişti, diyelim ki yedi ay geçmişti, hatırlamakta böylesine zorlanabileceğini hayal dahi etmemişti.

Şehrin sokakları kupkuruydu. Yüzüne rüzgarın en son ne zaman çarptığını düşündü ve hemen ardından kendine sinirlendi, geçmişi düşünmenin çaresizlik dolu bir acı getirmekten başka bir işe yaradığı yoktu. Tünediği bina dibinden duvarlara tutunarak ayağa kalkmayı denedi.

İlkinde başaramadı, gücü hiç yoktu. Onlarca gündür bin bir zorlukla bulduğu su ile hayatta kalıyor, nadiren bir Doyum Evi'nin çöplüğünden çiğnenip tükürülmüş lezzet tabletlerinden buluyor, oğlunun mikrop kapacağı korkusuyla ve aslında ne kadar inkar etmeye çalışırsa çalışsın sırf hayatta kalma içgüdüsüyle onları kendi emiyordu. Lezzet tabletleri, haplar kadar güç vermiyordu, esas işlevleri belli bir lezzeti tattırmaktı, ancak yine de az da olsa açlığa karşı bir etkisi oluyordu.

İkinci defa tekrar kalkmayı denedi, başı döndü ve olduğu yere yığıldı. Gözleriyle oğlunu aradı, titreyen ellerini ona uzattı. Bir annesi olmalıydı oğlunun, muhakkak vardı, ama ne olmuştu; hatırlamıyordu. Severek evlenmişti elbette, böylesi güzel bir oğlu ancak bir aşk meydana getirebilirdi. Oysa şimdi geriye hiçbir şey kalmamıştı zihninde. Belli belirsiz bir pişmanlığın bedenini sardığını hissetti. Oğlunu yaşatmak istiyordu, beceriksiz bir adamdı, belki de değildi, onu bile hatırlayamıyordu, ama artık hiç kimse onu işe almıyordu, belli ki ipin ucunu kaçırmıştı. Ama ne zaman? Nasıl olmuştu? Hayatı mahvolmuştu, ama hiçbir şey hatırlayamıyordu.

Üçüncü deneyişinde kalktı ayağa ve ağır aksak bir iki adım attı oğluna doğru. Tekrar uğraştı, ah bir hatırlayabilse onun adını kim bilir ne kadar mutlu olacaktı. Dişlerini sıktı ve sadece "Oğlum!" dedi. Sesi yolda kırılmış, sağa sola dağılmıştı. Tekrar "Oğlum!" diye seslendi. Ciğerine şehrin kirli havasını toplayıp tekrar ve tekrar seslendi. Oğlu nihayet gözlerini açtı, ama tek diyebildiği, "Gücüm bitti, baba." oldu.

Önce duyduğuna inanamadı. Oluyor olamazdı bu, muhakkak çocuğun abartısıydı. Dizlerinin üstüne çöktü, oğlunu iki omzundan yakaladı ve zorlanarak da olsa kaldırdı onu. "Saçmalama," dedi titreyen sesiyle, "Şimdi nereye gideceğiz, biliyor musun?" Oğlunun yarı baygın gözlerine dikmeye çalıştı gözlerini. Sesini yükseltti: "Biliyor musun, söyle bakalım!" Yutkundu ve neşeyle, "Hap almaya!" dedi, bir anlık kararsızlık anından sonra, "Lezzet tableti bile alacağım sana." deyiverdi.

Oğlunun gözleri ağır ağır açıldı, sahiden mi demek üzere olduğu her halinden belliydi. Sormaya bile fırsat bırakmadan, "Evet, evet," dedi babası, "Lezzet tableti de alacağım. Sadece kalk ve şu yukarıdaki dükkana bir gidelim önce."

Çöküşünün nasıl başladığını bir türlü hatırlayamıyordu ve artık hatırlaması mümkün bile değildi, çünkü baba hatıralarını Anı Dükkanı'na satmıştı. Hepsini bir anda değil elbette. Muhakkak önce ufak bir anıyı satmıştır. Peki neden satmak zorunda kalmıştı? İşler bir yerde sarpa sarmıştı. Hala inanamıyordu, sevdiği kadına dair anılarını bile satmıştı. Hayır, daha da vahimi, oğlunun adını satmıştı, onunla ilgili tek bildiği, şu an yanında olması ve onu çok sevmesiydi, ancak ne doğumunu hatırlıyordu ne de bu yaşa gelinceye dek geçen küçük birkaç yılı. Oğlu karşısındaydı ve açlıktan ölmek üzereydi, babası ise onu yaşatmak için yapabileceği tek şeyi yapıyordu, tüm güzel anılarını satıyordu. Oğlunun ilk gülüşünü, ilk ağlayışını, ilk sözcüğünü, ilk adımını, ilk düşüşünü, hayır, ona dair hiçbir güzel şeyi hatırlamıyordu. Kendine dair bile hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Doğduğu yeri, anne ve babasını, aşık olduğu ilk kadını, mezun olduğu okulu, dostlarını, düşünüyordu ama gülümseyecek hiçbir anısını getiremiyordu aklına. Peki ne için yaşıyordu? Oğlu için! Başka yapacak hiçbir şeyi yoktu, tekrar Anı Dükkanı'na gidecekti.

Mutlu bir yaşam sürmenin zor olduğu, ama mutlu bir yaşam satın almanın kolay olduğu bir çağdı. Ölüm döşeğindesiniz diyelim ve elinizde artık paranın yerini almış olan krediden yeteri kadar var, o halde tek yapmanız gereken bir Anı Dükkanı'ndan yaşanmış güzel anıları satın almaktır. Son günlerinizi, satın aldığınız geçmişi hatırlayarak gülücükler içinde geçirebilir, iyi ki yaşamışım diyerek son nefesinizi verebilirsiniz. Ya da krediniz vardır ama ölüm döşeğinde değilsinizdir, sadece uçuk kaçık fantezilerinizi gerçekleştirmek için bir fahişeye gitmek istiyor, ama bunun iş hayatınız için riskli bir girişim olacağını düşünüyorsunuzdur. Yapılacak şey belli ve kolaydır: Anı Dükkanı'ndan gerçek bin bir çeşit fantezinin içinde boğulmuş birinin anılarını satın alırsınız ve gece yanınızda uyuyan karınıza iyi geceler öpücüğü verip gözlerinizi yumduğunuzda karanlıkta kimsenin görmeyeceği bir tebessümü anılarla birlikte yüzünüze yerleştirirsiniz.

Oysa işler anılarını satan kimseler için hiç de kolay ilerlemez. Bunun da basit ve anlaşılır bir sebebi vardır: Anısını satan kişi, o anıyı unutur. Aslında bakılırsa, bazı liberal bakımlardan oldukça adil bile görünür bu. Elbette başka sosyal bakımlardan bakınca anılarını satanların yaşamını sürdürecek ihtiyaçlarını temin etmek zorunda kalanlar olduğu kolaylıkla fark edilir ve bu özgür girişimin halihazırda zaten az sayıda güzel anısı olan insanların mecburi bir uğraşı olduğu iddia edilebilir. Çok daha anlaşılır bir biçimde söylenecek olsaydı, Anı Dükkanı'nın, krediye ihtiyacı olanlardan güzel anıları alıp onları kredisi olan insanlara sattığı belirtilebilirdi. Her şey olup bittikten sonra, bir tarafta artık bir miktar kredisi olan, ama güzel anısı olmayan; öte taraftaysa birkaç güzel anısı olan, ama servetinden bir miktar eksilen kimseler vardı.

Baba, oğlunun elinden tutmuş birkaç sokak ötedeki Anı Dükkanı'na yalpalayarak yürüyordu. Aslında iki gündür Anı Dükkanı'nın yakınındaki sokaklarda uyumaları tesadüf değildi. Apaçık bir gerçek vardı babanın bildiği: Oğlunu hayatta tutmak istiyorsa kredi kazanması lazımdı, delik deşik olmuş zihni yüzünden bir yerde çalışması mümkün görünmüyordu, o halde yapılacak şey anı satmaktı, ancak adımlarını atarken kredi edecek sadece tek bir güzel anısının kaldığının farkındaydı.

Anı Dükkanı'ndan içeri girdi, oğlunu kapının hemen yanındaki tabureye oturttu, "Babanın ufak bir işi var," dedi gülümsemeye çalışarak, "Sonra gücünü kazanmaya gideceğiz, tamam mı?" Bitkin şekilde kafasını salladı oğlu. Baba biraz orada durursa göz yaşlarına hakim olamayacağından korktuğu için hızla tezgaha doğru yöneldi.

Mümkün olmayacağını bilmesine rağmen Anı Dükkanı sahibi ile anlaşmaya çalıştı. İşe yaramaz birkaç anısından bahsetti, lisede dayak yemişti, belki böyle şeylerle ilgilenen dövüşçüler vardır ha, olamaz mı? Olamaz. Yıllar evvel izlenen güzel bir filmin, orada geçen bir iki güzel saatin değeri olamaz mı? Olamaz. Peki ya, seni seviyorum dedikten sonra, sevmek mi, ben senden iğreniyorum diye kendisini reddeden kız aşk üzerine yazılar yazan bir yazar için anlam ifade ediyor olamaz mı? Olamaz!

Olamazdı. Çoktan kendini buna hazırlamıştı. Kim ne yapacaktı onun ucu bir yere varmayan zavallı anılarını. Değerli ve kredi eden tek bir anısı kalmıştı, bunu kendisi de biliyordu, çoktan kafasına Anı Alıcısı'nı takan Anı Dükkanı sahibi de. Boş yere uzatıyorsun der gibi baktı adam, biliyorum dercesine gözlerini indirdi baba. Öyleyse bari biraz fazla kredi ver diye yalvarmaktan başka ne gelecekti elinden? Hiçbir şey. Peki işe yarayacak mıydı bu? Belki.

"Önemli bir anı, kabul ediyorum," dedi adam, "Bunun için sana vereceğim kredi şu kadar." Baba önündeki ekrana baktı, kaba bir hesaplamayla otuza yakın hap alabilirim diye düşündü. "Hayır hayır," diye düzeltti kendini, "Bir tane bile olsa lezzet tableti almalıyım, oğluma yalan söyleyemem. En azından bu sefer olmaz."

Alınacak anı belirlendi, kredi miktarında anlaşıldı. Anı Dükkanı defalarca kez zor durumda kalanlardan anılarını aldığı için artık bunda acıklı bir yan görmüyordu. Elbette kestirebiliyordu bir insanın kendine dair güzel şeyleri bir daha hatırlayamamasının ne denli feci bir şey olacağını, ancak bunu hayatın bir gerçeği olarak, daha da uygun bir ifadeyle, talihsizlik olarak görüyordu. Yine de Anı Alıcısı'nı çalıştırmadan önce elini babanın omzuna koydu ve "Üzülme." dedi.

Her şey bir anda, kısacık bir anda oldu. Bir köprü çöktüğünde veya bir bina yıkıldığında bile bir süreç vardır ortada. Ölüm bile, en ansızın gelişinde dahi yalpalar, yaşayan bir bedenden cesede geçiş öyle bir anda olmaz. Oysa burada hiçbir şey hissedilmedi. Anı Dükkanı sahibi bir düğmeye bastı, baba gözlerini yumdu ve açtı. Sahip olduğu son güzel anısını da satan adam, artık sadece keder ve boşluk dolu geçmişiyle bir anda kendini bıraktığı koltuktan farkında bile olmaksızın iç çekerek ayağa kalktı. Anlamaz gözlerle Anı Dükkanı sahibine baktı, ekranda görünen kazandığı krediyi inceledi. Sebebini bile bilmeksizin elini uzattı ve kısa bir el sıkışmanın ardından geriye döndü, kapının yanında taburede oturan bir çocuk gördü.

Beş ya da yedi adım attı. Elini kapıya uzattı. Çocuk taburede uyukluyordu. Ne de tatlı bir çocuktu, kimindi acaba? Kafasını sevmek istedi, bunun uygunsuz kaçacağını düşündü. Yine de kapıyı açıp bir türlü gidemedi, orada ayakta dikili bekledi. Bir kıymık vardı sanki zihninde, hatırlaması gereken ufacık bir şey vardı, neydi, bu kredi ne içindi, niye buraya gelmişti, bu çocuk kimdi?

Sahip olduğu son güzel anı, oğluydu. İyi para etmişti, idareli bir kullanımla iki ay yaşanırdı bununla. Ama tek başına yaşamak için değildi, olamazdı. Kendini yalnız ve eksik hissediyor, kapıyı açamıyor, çekip gidemiyordu. Çünkü hatırlamasa bile, o bir babaydı. Gözünü yumdu, geçmişinde hoşuna giden hiçbir şey yoktu. Birden eline değen küçük titrek eli hissetti. İrkildi. "Baba," dedi çocuk, "Bitti mi işin?"

Oğlunu çok sevmişti baba, onu sevmekten vazgeçmeyi göze alacak kadar çok sevmişti. Kapıyı açtı ve çocukla birlikte dışarı çıktı. Hareketsizce beklediler bir müddet. Çocuğu karşısına alıp gözlerinin içine baktı. Hiçbir şey hatırlamıyordu baba, ancak gözlerinden akan yaşa engel olamıyordu. Zihninin bir yerlerinde hala oğlunu ölesiye seviyordu, ama artık bunu bilmiyordu.

"Ben," dedi, durdu, titreyen sesiyle, "Çok güçsüzüm," diye devam etti: "Hap almaya gideceğim, gelmek ister misin benimle?" Kafasını salladı çocuk, "Ama lezzet tableti de olsun!" dedi bir çırpıda.

"Olur." dedi baba, niye olur dediğini ise asla bilemedi.

Ümid Gurbanov

3 yorum var:

Unknown dedi ki...

“aa şansa bak taze, dün yazilmis hem de” diycektim ki farkettim: bisey bugun yazılmamışsa zaten dün yazilmistir aslında, ve bir gun beklersen bugun bile yazilmamistir diyebilirsin rahatlıkla :]

Unknown dedi ki...

“aa ne guzel taze,daha dun yayınlanmış hem de” diycektim ki farkettim: hersey dun yapilmistir zaten bugun yapilmadiysa ve bi gun beklersem bugun de düne döner nasılsa :]

Unknown dedi ki...

Varolmama süresi eşittir herkes için;
Ha yüz yıl önce ölmüşsün, ha dün şafak vakti..

Çok hoş bir hikaye, fikir ve tema olarak çok etkileyici buldum. Ancak biraz aceleyle yazılmış olduğunu hissediyor insan -en azından ben öyle hissettim okurken- Ancak bu, hikayenin değerinden fazla bir şey eksiltmiyor yine de.

Yorum Gönder

 
Sağlıcakla kalmanızı dilerim.